Zor bir yılı daha geride bıraktık. Daha da zor günler bekliyor bizi. Bizden kastım Türkiye değil. Biz, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar.

Şüphesiz ülkemiz, bölgemiz ve dünya da zor bir yıl geçirdi. Hemen her devlet öyle ya da böyle bir kriz içinde debeleniyor. Ortak nokta devletlerin giderek otoriter yönetimlere yönelmeleri. II. Dünya Savaşı sonrasında “eğitim”, “ahlak” yaldızlarıyla kaplı liderler ve güçlü parlamenter sistemler vardı. Seksenlerden bu yana ise yaldızlara ihtiyaç duymayan pop imparatorlar ve onların liderliğinde mafyalaşmış yönetimler yaygınlaşıyor.

Ekonomik krizle toplumsal kriz at başı gidiyor ve her geçen gün daha da derinleşiyor. Bu durum kerli ferli kapitalistlerin bile gözünü korkutmaya başladı. ABD’nin en zengin, en güçlü yatırımcılarından Warren Buffet, “Yoksulların zenginlerle aralarındaki farkı kapatmalarına artık imkân yok. Biz feragat etmezsek yoksulların gazabını durduramayacağız” diyordu bir televizyon programında.

Demem o ki, hele de Türkiye’de toplumsal muhalefetin, siyasal iktidara karşı mücadele etmenin bütün koşulları fazlasıyla var. Buna karşın 2017’de 2016’ya göre bile daha da gerilemiş durumda muhalefet! Siyasal iktidar her geçen gün zayıflıyor, her attığı adımda kendisini biraz daha köşeye sıkıştırıyor, ama muhalefet de aynı hızla zayıflayıp, siliniyor.

Azalıyoruz. Sadece biz de değil. Muhalefetin bütün kanatları azalıp, güçsüzleşiyor. Daha önce “Erdoğan seyircileri” olarak tanımladığım durum son bir yılda daha da belirginleşti. Sanki bütün bir toplum, AKP’lisi de dahil olmak üzere RTE’nin kaçınılmaz düşüşünü neredeyse çekirdek çitleyerek bekliyor.

Bu bekleyiş hali, her şeyin nasılsa bir gün yoluna gireceğine dair mistik bir inanışa dönüşmüş durumda. Adaletin er geç yerini bulması bekleniyor.

“Ahmet çıkacak yine yazacak” diye bekliyoruz. Her duruşma gününde adliye kapılarına gidip tutuklu gazetecilerin, siyasetçilerin, öğrencilerin, akademisyenlerin, nasıl olsa anlaşılacak masumiyetleriyle (!) salıverilmelerini bekliyoruz.

Sevgili Nuriye ve sevgili Semih’in başında bekliyoruz. OHAL kararnameleriyle haksız, hukuksuz ihraçlara karşı mücadele, Nuriye ve Semih’in başucunda bir bekleyişe döndü. OHAL’e karşı mücadele onların ölmeye yatırdıkları bedenlerini beklemekten ibaret. Sanki onlar işe iade edilirlerse mücadele kazanılmış olacak. Peki ölürlerse? Başlarında bekleyenlerin, onlarla fotoğraf çektirenlerin sorumluluğu?

Daha iç acıtan beklemeler de var. Selahattin Demirtaş’ı bekleyenler var ve diğer Kürt siyasal hareketi üyelerini. HDP’li belediye başkanları görevden alındılar, tutuklandılar ama seçmenleri sadece bekliyorlar. Rojava devrimi de ABD’nin kararını bekliyor. Tamam mı diyecek, sizlerle devam edelim mi?

Biz de bekliyoruz.

Tarihin akışının ezilenlerden yana olduğuna ve bir gün mutlaka özgürlüğün geleceğine olan inanç, içinde kaderci bir öz taşır. Nasılsa olacak! Tarihin motoru nasılsa bir gün sömürüyü ortadan kaldıracak! İyi de nasılsa bir gün mutlaka olacak demek bizi o “kutlu” zamana inananlarla bir yapmaz mı? Bu yüzden beklemek kadere inananlara özgü değil mi? Kaderi kendilerine inanmayanlar bekler.

Biz, beklemektense yola çıkmayı seçenlerin ardılları olduğumuzu söylüyoruz. Öyleyiz de. Yolun özgürleştirici imkânlarına inananlar kaderin bekle buyruğuna karşı çıkanlardı.

Bu günkü halimiz ise yürümekten çok beklemeye uyuyor. Beklediğimizde gelecek ne bir kahraman var ne de bir kurtarıcı...

Beklersek eninde sonunda gerçekleşmeyecek. Yola koyulmamız gerekli.

Çıkılacak yolu biliyoruz. 2018 umarım yolculuğa bundan sonra nasıl devam edeceğimizin, yol arkadaşlarımızın kimler olacağının belli olduğu yıl olur.