Saray’ın belediye başkanları ile il ve ilçe teşkilatlarına yaptığı operasyon “AKP çatırdıyor, şimdi bakın ortaya hangi kirli çamaşırlar dökülecek” beklentisini beraberinde getirdi. Bu “naif” beklentiye Davutoğlu azledildikten sonra da rastlamıştık. Fakat zaman gösterdi ki heybesinde koskocaman bir Suriye hezimeti olan Davutoğlu “ne yapsam da Saray ile yeniden sıcak ilişki kursam” çizgisine çekildi. Eski Başbakanın yapamadığını Topbaş ya da Gökçek’ten ummak için ise elimizde somut bir gerekçe yok. Üstelik her ikisinin de Davutoğlu gibi sicili kabarık.

Ankaralıların ve İstanbulluların “oh kurtulduk, kurtulacağız” nidalarını anlamakla beraber şu soruyu sormadan ileri bir adım atamayacağımızı bilmemiz gerekir. 1994 seçimlerinden bu yana Türkiye’nin en büyük iki kentini neden kazanamadık? Şehirlerimizi mahveden Topbaş’ı, Gökçek’i neden biz gönderemedik, gönderemiyoruz? Eğer kent politikasını belirleyemiyorsak, sığındıkları iktidarı geriletemiyorsak neyin değişmesini bekliyoruz? Mevcut tablodan muhalefetin çıkarması gereken ilk ders kendi yapması gereken işi mevcut ya da müstakbel AKP küskünlerine havale etmemek. Gül Afyon kampına gitmiş gitmemiş, “ince mesaj vermiş”; Balıkesir Belediye Başkanı koridorda neler demiş, Gökçek pazarlık yapıp zaman istemiş gibi kulis havadisleri üzerine siyaset bina edilmez. Bunların arkasındaki mekanizmaya değil yalnızca sonuçlarına odaklanmak gündelik siyasetin girdabında sürüklenmektir. İkinci çıkarılacak ders iktidar blokunun parçalanmasını sağlayacak hamlenin bizzat muhalefetin özgücüyle örgütlenmesidir. Hayır kampanyasında olduğu gibi kurumsal ittifak peşinde koşmadan, birbirini yutmaya kalkmadan aynı politik hatta strateji üretmek mümkündür.

Saray’ın gücü ile resmi kurumların etkinliği ters orantılıdır. O nedenle bugünün Türkiye’sinde adaletten sağlığa, eğitimden hazineye kurumsal tutarlılık ve itibar kalmamıştır. Bu sorun, enkaza dönmüş resmi kurumları yeniden ayağa kaldırma iddiası ile şu aşamada aşılamaz. Saray’ın olağanüstü hal rejimi üzerine varlığını sürdürmek zorunda olduğu hatırlanırsa “kurumlar, normalleşme ve rejim” aynı cümlede yer alamaz. O nedenle “normalleşme” çağrısı içi boş bir çağrıdır. TÜSİAD’dan gelse de ‘muhalif’ köşeyazarından gelse de bugünün gerçekliğine uymamaktadır. “Normalleşme” hedefine endeksli bir siyasetin sonu hüsrandır. Aksine ne “eski” ne de AKP Türkiye’sini çağrıştırmayacak bir program ortaya konmalıdır. Her ikisinde de olmayan halk için üretim, bölüşümde adalet, etkin kamuculuk, laiklik ve özgürlük hedefine uygun bir program olmalıdır bu. Toplumun muhayyilesinde ete kemiğe bürünmelidir; temsiliyeti sahiciliğinden ve toplumsallığından güç almalıdır. Türkiye’yi yeniden inşa etmeyi vaat etmelidir.

Bir kez daha yazmakta fayda var. Akşener methiyeleri ve yeni partiden eski tip bir “normalleşme” ümidi, kendini sol ve cumhuriyetçi değerlerle tanımlayanlar için bir politik intihardır. “Akşener’in geçmişi bizi ilgilendirmez” demek, aynı kuyuya ikinci kez düşmek ile eş değerdir. Hatırlayın, AKP’nin kuruluş evresinde Erdoğan ve ekibi “gömlek çıkardığında” yakın geçmişlerini hatırlatanlara bazı liberaller “şimdiye bakın” diyordu. 2001 ekonomik ve politik krizinden “normalleşme” ve AB uyum adına bir AKP iktidarı çıkmasına zemin hazırlıyorlardı. Uyum yasaları çıkarken de “ne kadar haklıymışız” diyorlardı! Sonuç ortada. Bugün aynı yanlışı Akşener için tekrarlamak dillendireni farklı olsa da ülkenin geleceğine ambargo koymak demektir. Ötesinde Akşener ve ekibinin “bugünü” de bellidir! Kitleleri sağcılaşmanın bir başka aktörüne teslim etmenin “aydınlanma” ile “cumhuriyet” ile zerre kadar ilgisi yoktur.

İktidarın “Avrasyacı” olduğu, demokrasinin ancak Batı ile barışacak bir politik özneyle yeniden kurulacağını ileri sürmek Saray politikasından bihaber olduğunun kanıtı gibidir. Perinçek ve etrafındakilerin propagandası bir yana dursun, Saray’ın ne Rusya ne de İran ile uzun erimli bir stratejik ortaklığı mümkün değildir. Şu anda İdlip dahil olmak üzere sınırın ötesi için planlananlar, Batı ile Rusya-İran arasındaki rekabetten Saray’a ömrünü uzatma olanağı çıkarma hamlesidir. Aynı zamanda içeride Bahçeli’den Perinçek’e, TSK’dan BBP’ye savaş koalisyonunu bir arada tutmanın yoludur.

Aklımızı başımıza toplama zamanı geldi geçiyor. Torba yasa başta olmak üzere tüm hazırlık 2018’deki erken ya da baskın seçime giden yolu döşüyor. Vergi yükü altında memuru, işçisi, esnafı her geçen gün daha fazla eziliyor. Eğitimdeki gericileşme tam gaz devam ediyor, akademisyenler ağır cezalık oluyor. Oturup Akşener’li, Saadet’li “Hayır cephesi” hayalleri kuranları dinlemek yerine biriktirdiğimiz tecrübeyi mahallelerde, okullarda, işyerlerinde politik iddiaya dönüştürmek zamanıdır. 17 yaşında borcunu ödeyemediği için intihar eden gencin, sokak ortasında polis tarafından dövülen kadının, meclis önünde darp edilen aktivistlerin, emeğinin hakkını alamayan üreticinin derdini ortaklaştırmak için her gün son gündür.