Gündelik hayatı siyasallaştırmak kuşkusuz yabancılaşmaya karşı durmak anlamına geliyor. Emekçiler kendilerini ne kadar harcar, ne kadar yıpratırsa, karşılarında kendi yarattıkları yabancı nesnel dünya o derece güçlenir

2019 diyenlere inat  Hayır’ı ve hayatı örgütlüyoruz!

Gamze Yücesan Özdemir
yucesangamze@gmail.com

“Hayır” çalışması, bu ülke topraklarının uzun bir aradan sonra gördüğü en mücadeleci süreçti. Eldeki, avuçtaki sınırlı imkânlarla pankartlar hazırlandı, broşürler bastırıldı. “Hayır” yazıldı ve asıldı balkonlara. Referandum günü, binbir zorlukla sandığa gidildi. Hastanelerden ambulanslarla sandığa gelenler oldu. Yaşlılar, pusulada yanlış yere basmamak için elleri titreyerek mührü vurdu. Memleket insanının tüm gücüyle seferber olduğu, yan yana durduğu ve birlikte mücadele ettiği bir süreçti. Değerli deneyimler, kıymetli çabalar...

Ve şimdi, referandumun ardından, şaibeli sonuçlarla çıkan bir “Evet” sonrası, gündeme 2019 için aday tartışması yerleştirilmek isteniyor. Memleketine, geleceğine sahip çıkan milyonların ne aklı kabul eder bunu, ne de yüreği! 2019 tartışması, Cumhuriyet’in kazanımlarını, laikliği ve ilerici değerleri savunan milyonların “Hayır” sürecinde siyasallaşan aklını hiçe saymaktır, cesaretlenen yüreğini soğutmaktır. Bu ise, aklı ve yüreği solda olanların asla kabul edemeyeceği bir durumdur.

Dolayısıyla, gün, 2019 diyenlere inat “Hayır”ı ve hayatı örgütleme günüdür. Bunun diğer adı, gündelik hayatın siyasallaşmasıdır. Bu siyasallaşma ise iktidara karşı mücadeleyi “Hayır”ın ilerici dalgasıyla bütünleşerek yürütmektir. Olağanüstü hal koşullarında halk sınıfları saflarında yer almak, kendini korumak durumunda kalanlara destek vermektir. Okullarda, işyerlerinde ve mahallelerde referandum sürecinde yakaladığımız ilişkileri derinleştirmektir. Bu siyasallaşma, uzun yıllardır solla karşılaşmamış, işyerinde ve mahallesinde solu görmemiş emekçileri farklı bir siyasal kültür ve farklı bir siyasal yaşam ile buluşturmaktır.

Öncelikle, gündelik hayat kavramının sahip olduğu felsefi ve siyasal militanlığı hatırlamalıyız. Son dönemde gündelik hayat, çalışma hayatının dışında kalan “günlük” deneyimleri ifade etmek üzere kullanılıyor. Böylece çalışma hayatı ve gündelik hayat, birbirlerini dışlayan bir ikilik olarak kuruluyor. Bu parçalamanın ardından, çalışma hayatının “dışı”, atomize olmuş bireylerin “tekil” deneyimleri üzerinden inceleniyor. Bireylerin tekil deneyimlerine, onları sabitleyerek fazlasıyla eğilmek, deneyimin ilişkisel yapısını unutmak tam da egemenlerin yaratmak istediği gündelik hayatı kabul etmek aslında: Emekçileri dağıtmak, farklı yerlere bölüştürmek, kurumsal kurallara tabi kılmak, tekil rekabetçi adacıklara kapatmak ve farklı tüketim normlarına dahil etmek... Oysa ki, bu kavramı tekil yaşam alanları olarak değil; kolektif yaşam alanları olarak düşünmek gerekiyor. Yani kavramı, sınıf siyaseti ile ve kolektif eylemlilik ile birlikte anlamlandırmak gerekiyor.

Gündelik hayat, ancak işyeri ve işyeri dışının birlikteliğinde kavranabilir. “Ekonomik indirgemeci olmayalım” derken, üretim noktasından tümüyle kopan ve tüm tartışmayı tüketim alanlarına yönelten bir süreçten geçtiğimizi söylemek sanırım yanlış olmayacak. İşyeri, gündelik hayatın üretildiği bir andır ve ayrıca işyeri dışındaki hayatı da belirleyici bir güce sahiptir. Bir günün neredeyse yarısını ve çoğu durumda daha da fazlasını kaplayan üretim faaliyeti dışında bir gündelik hayat kurgusu mümkün müdür? İşyerinde sahip olunan vasıf, denetim ve içine girilen toplumsal ilişkilerin, gündelik hayatta da kurucu önemde olduğu unutulmamalıdır.

Gündelik hayatı, içine sızmış tüm mücadeleler ile ve tüm direniş stratejileri ile birlikte düşünmeliyiz. Halk sınıflarının kendi pratik ve politik tecrübesini yaratabileceği ve bu tecrübe, beceri ve deneyimlerini karşı stratejiler biçiminde güçlendirebileceği anlar ve mekanlar olarak görmeliyiz. Bu süreci, 1844 El Yazmaları’nda Marx şöyle anlatır: “Fransız işçilerinin biraraya geldikleri yerlerde bu pratik süreci en yüce sonuçları ile görürsünüz. Sigara, içki içmek, yemek yemek vb. artık temas etme ya da bir araya gelme araçları değildir. Arkadaşlık, birlikte olmak, konuşmak –ki bunların da amacı toplumdur- onlara yeter; insanların kardeşliği onlar için laf değildir, hayatın bir olgusudur ve onların çalışmayla sertleşmiş bedenlerinden insanın soyluluğunun ışıkları fışkırır.”

Gündelik hayatı siyasallaştırmak kuşkusuz yabancılaşmaya karşı durmak anlamına geliyor. Emekçiler kendilerini ne kadar harcar, ne kadar yıpratırsa, karşılarında kendi yarattıkları yabancı nesnel dünya o derece güçlenir. Emekçilerin iç dünyası ne kadar yoksullaşırsa, kendilerine ait şeyler de o kadar azalır. Emekçilerin iç dünyasını zenginleşmek, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulları ele alıp sorgulayabilme becerilerini var etmektir. Kendi hayatlarını ve dünyayı eleştirel ve ilişkisel okuma ve değiştirme imkanını yaratmaktır. Tabii bu yol, onların yanında olmadan, onları sevmeden, onların dillerini paylaşmadan, onların acılarına katılmadan, onları “onlar” yapan cumhura dahil olmadan ilerlenebilecek bir yol değildir.

Kendi hayatlarını ve dünyayı eleştirel okumanın en gerekli ve belki de en zor olduğu yer ve zaman ise taşra. Taşrada hayatlar birçok romana, filme ve araştırmaya konu oldu. Bunların önemli bir çoğunluğu “taşra sıkıntısı” olarak tanımlanan bir taşrayı aktarıyorlar. Diğer yandan ise Melih Pekdemir’in “taşranın taşı toprağı altında ne var?” sorusuna şu cevabını da duyalım: “Taşranın taşı toprağı altında M vardır! Mahremiyet, masumiyet, mahrumiyet ve muhalefet…”

Gündelik hayatı siyasallaştıracak dil ve söylem üzerine düşünürken, pusulamız “aydınlık gerçekçilik” olabilir. Aydınlık gerçekçiliği şöyle tanımlayabiliriz: Gerçekliğin acı, alakaranlık, korkunç yanlarına karşı aklın sahip olduğu ilericilik ile yüreğin sahip olduğu iyimserliği ve insana olan inancı harmanlamak. Halkı tanımak ve onların dilinde konuşmak. Aydınlık gerçekçilik, sınıf ilişkilerine beden vermenin, emeğin imkanlarını yükseltmenin ve parçalanan toplumsallığı koruyabilmenin tek yolu gibi gözüküyor.

Bu topraklarda yaşayanlara, parçalanan toplumsallığı yeniden kurma çabasına ve aydınlık gerçekçiliğe inancı güçlendiren Orhan Kemal’dir hiç kuşkusuz. Orhan Kemal şöyle der: “Romanlarımdaki iyimserlik bana, halkımızı yakından çok iyi tanımaktan geliyor. Daha açıkçası ben halkın kendisi, bir parçasıyım.” Bugün yaşanan süreç, bizlere bir kez daha iktidarın, memleketi ve memleketin insanını hiç ama hiç tanımadığını gösteriyor. Tanıyacakları günlerdeyiz. Nisan’dan sonra Haziran’dan önce bahar günlerindeyiz.