Sona ermesine üç hafta kalan 2020’nin, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşadığımız en kötü yıl olduğuna dair yaygın bir kabul var. Nedeni malum; korana.

Yılın son ayına girdiğimizde, dünyanın her yerinden 1,5 milyonun üzerinde insan ölmüştü ve henüz bu ölümlerin sonu da görülemiyordu. Ölümü herkes yakınında hissetse de, asıl yoksulları ve dezavantajlı grupları vuran bir yıl oldu 2020.

2020 ile özdeşleşen bu küresel “kötülük”; ister despotik bir yönetim ister ekonomik bir yıkım, ister depremle İzmir’de daha yeni yaşadığımız doğal bir felaket isterse de yaşamakta olduğumuz pandemi olsun, her türden kötülükle baş edebilmenin yolunun “biz” olabilmekten geçtiğini gösterdi.

Gösterdiği şeyi “görebilirsek”, 2020 ardında iyi bir şey de bırakarak gidebilir!

On yıllardır insanlar “biz” değil “ben” olarak başarıya ulaşabileceklerine dair ağır bir kültürel bombardıman altındalar. “Biz”i öne çıkaran kolektivizmin gelişmeye, ilerlemeye, zenginleşmeye ve refaha engel olduğu, “biz”in özgürlüklerin düşmanı olduğu anlatıldı hep.

Oysa, kendi biricikliğimize dayanan bir yaklaşımla “ben” dediğimizde başarının geldiğine, özgürleştiğimize, buluşları ve icatları “ben”lerin rekabetiyle gerçekleştirdiğimize, zenginliğin böylesi bir bireycilikle geldiğine inandırılmaya çalışıldık. İnandırıldık!

Biz” diyen kolektivizm kötü, “ben” diyen bireycilik iyiydi. Sovyetler’in yıkılışı ve sosyalizm iddiasındaki ülkelerin birer ikişer kapitalizme koşuşları da bu algıyı pekiştirdi.

Şu en “kötü yıl2020’ye kadar!

2020 ve bu yıl başından beri mücadele ettiğimiz korona, kolektivizmin bireycilikten çok daha güçlü olduğunu kanıtlayan bir yıl oldu. Yalnızca dünyaya soldan bakanlar değil, bugüne kadar liberal bakış açısıyla “ben”i öne çıkaranlar da, sosyoekonomik ve siyasal bir sistem olarak değilse bile, kültürel olarak kolektivizmin üstünlüğünü kabul ettiler.

Koronayla mücadeleyi kolektivizm ve bireycilik karşılaştırmasıyla değerlendiren çok sayıda akademik çalışmada koronadan ölüm oranları ile ülkelerin bireycilik puanları arasında açık bir ilişki gösterildi. Bireysellik puanı en yüksek ülkelerden Birleşik Krallık’la, ekonomik sistem ve gelişmişlik düzeyi olarak aynı durumda olduğu söylenebilecek kolektivist kültürlü Japonya karşılaştırıldığında, Japonya pandemiyle mücadelede çok daha başarılıydı.

Boris Johnson ya da Trump gibi bireycilikte öne çıkan ülkelerin liderlerinin, kontrol önlemlerine karşı çıkarken dillendirdikleri halklarının “özgürlüğe tutkun” olması gibi gerekçeler, koronanın yarattığı tablo karşısında onları trajikomik duruma düşürdü.

Virüsün ilk ve en ağır dalgasıyla karşı karşıya kalan Çin’in başarısını “totalitarizm” gibi gerekçelerle açıklayanlar olsa da, Çin güçlü kolektivist kültüre sahip bir ülke. Asya’nın Tayvan, Hong Kong, Tayland, Vietnam ve Singapur gibi benzer kolektivist kültüre sahip ülkeleri de pandemiyle mücadelede daha başarılılar.

Başlangıçta bu ülkelerden çok daha şanslı olan ABD, İngiltere ve bireyci kültürün baskın olduğu Batı ülkeleri bu ülkelerin başarısını gösteremediler.

Bilimin yol göstericiliğinde ve yapılması gerekenleri bilerek, yalnızca kendini değil ait olduğu topluluğu düşünen bir kolektivizmle önlemler aldığımızda ve karşı karşıya kalınan zorlukları kendini kurtarmaya dönük bir bencillikle değil de paylaşımcı ve dayanışmacı ağlar örerek karşıladığımızda, en kötüyle baş edebilecek bir “biz” oluyoruz.

Ne güzel slogandır o; Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz! En kötü yıl 2020, “ben”leri “biz” olmaya zorlayarak da gidiyor.

Görebilirsek!