Türkiye’de seçimler her zaman heyecanı yüksek bir süreç olarak yaşanmıştır; bu heyecan dalgasının seçmenleri de kavrayarak doruklara ulaşması ise istisnadır. Bu istisnalardan biri olarak 2023 seçimleri, siyasi tarihimizde belli ki ayırt edici bir yere sahip olacak. Zira 2023 seçim sürecinde, sadece “kim iktidar olacak” sorusu değil, “kim egemen” sorusu da yanıtını bulacak.

Cumhur İttifakı olarak anılan iktidar bloğu; tekleşmiş, merkezileşmiş ve aşırı düzeyde şahsileşmiş güç kullanımını sürdürmek maksadıyla seçmenlerden süre istiyor. Gerekçeleri şöyle: “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi henüz yerli yerine oturuyor, işlemesi ve hayırlı sonuçlar alınması için bir döneme daha ihtiyaç var”.


Mevcut hükümet sisteminin kamu idaresi olarak elle tutulur yanı olmadığı gibi, yama tutar hali de yok. Halk egemenliğinin temsili ikametgâhı olarak TBMM devre dışı kaldığında, siyasi erkin yasal tanzim ve işleyişini sağlayan mekanizma da devre dışı bırakılmış oldu. Hem egemen (ulus/halk), hem egemenin siyasi temsilcisi olarak gücün yasal çerçevesini çizen (Meclis) ve bu çerçeve içinde hükümet eden iradeler, Erdoğan gibi bir siyasetçinin şahsında –birleşmiş de değil- tekleşmiş durumdadır. Değil bir dönem, bir beş dönem daha verilse, “Beştepe Güneş Sistemi” adı verilen bu idari sistemin “hayırlara vesile olması” mümkün değildir.

Modern idarede kamu yönetimi kendi varlığını gücü kullanana değil gücün kaynağına dayandırır. Şimdiki sistemde ikisi arasında bir ayırım bulunmuyor; Cumhuriyetin kamu idare birikimi, böylesi bir sistem karşısında paralize olup etkisizleşiyor. Bu boşluğu, kendi varlığını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına biat ile tanımlayan bürokratlar doldurmaya başlıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bir büyük handikabı da bu noktada ortaya çıkıyor, zira bu yöneticiler hem idari kapasite hem de kültürel sermaye bakımından pek sefil bir profil sergiliyorlar. Hani ünlü basmakalıp ifadelerdendir, “her toplum layık olduğu şekilde yönetilir” denir, bence durum memlekette bunun tam tersidir, yönetenler yönetilenlerin fersah fersah gerisindedir.

Bu saptamaya olgusal dayanak aramak için fazla zahmete gerek yok, Boğaziçi Üniversitesi’nde sergilenen yönetsel rezalete bakmak yeterlidir. Bırakın bilimsel bilginin şahsi çıkar maksadıyla araççı kullanımını, akademik pozisyonu, kürsüyü şahsi çıkarları (buna dava diyorlar) için araç kılan bir güruh, üniversitelerimizi sevk ve idare ediyor. İdareye alım ve atamalarda liyakate uyulsa sorun çözülür diye düşünenler olabilir; ancak mevcut hükümet sistemi ile liyakat arasında bir doku uyuşmazlığı olduğu unutulmamalıdır.

Spontane konuşmasında doğru düzgün iki cümle kurabilen bakan sayısı kaçtır? Hükümet sisteminin ofislerinde, kurullarında görev alanlar, sınırsız gücün merkezinde bulunmanın sarhoşluğu ile kendilerinden pek eminler, üstün bir otorite olarak zaman zaman medyada da arz-ı endam ediyorlar. Ne var ki üstün otorite imajının sosyal medya maymunu haline gelmesi çoğu durumda pek uzun sürmüyor. Buradaki saptamanın ülkemizi aşan boyutları olduğu da vurgulanmalıdır.

Bilginin dijitalleştiği ve bilgiye erişim kanallarının son derece çeşitlenip kolaylaştığı bir çağda yaşıyoruz. Burada yönetilenler, yani halk, hem egemenliğin kaynağı olacak, hem de doğrudan ve sürekli denetleyemediği temsili mekanizmalara iradelerini “lider/reis/başkan vb. bilir” diye teslim edecek. Boş beklenti. Gücü halktan çalan yönetsel sistemlerin bu çağda ayakta kalmaları, vaat ettikleri istikrarı tesis etmeleri mümkün değildir.