Gazetecilikteki en zor tanıklığımdı 17 Ağustos. Kurtaramadığımız hayatların sorumluluğu biraz da bizimmiş gibi geçen 21 yılın sonunda o soru hala kulaklarımızdan hiç silinmedi...

21 yıldır soruyoruz: Sesimi duyan var mı?

Semra Kardeşoğlu

Yardım götüren bir tekneyle Gölcük’e yanaşıyoruz, tam 21 yıl önce. Duyduklarımız, ekranda gördüklerimiz var. Sayısız söylenti var. Üç gün geçmiş ya üzerinden 7.4’lük Marmara Depremi’nin, her şey bir parça yoluna girmiş sanıyoruz. İlk gördüklerimiz anlatmaya yetmiyor yaşanan durumu. Kavaklı sahilinde sayısız taş yığını…

Yıkılmış binaların enkazı. O yığının saatler öncesinde 3 çocuklu bir ailenin birlikte rahatça güvenle uyuduğu bir ev olduğunu hayal edemiyoruz. Bu bizim o güne kadar görüp yaşadığımız her şeyden daha büyük bir şey. Gazetecilik birikimim bunu anlamaya yetmiyor.

Bunun için belki biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Aradan geçen yıllarda gözümün önünden hiç silinmeyen kareler var. Üzerinde 20 dairedeki isimlerin yazılı olduğu ziller örneğin. Basıla basıla yıpranmış. İsimlere bakıyorum ve düşünüyorum. Bir zil, zilde bir isim, bir daire ve sayısını bilmediğim yaşamlar. Un ufak olmuş yığının karşısında elimde zil paneliyle kalıyorum. Bu isimlerden hiç yaşayan var mı? Yanıtı en zor soru. Sonra yine bir kare, taş yığını arasından rüzgâr estikçe havalanan kenarları fırfırlı uçuk pembe tül. Mutfak tülü. Sonra bir albümden saçılan fotoğraflar. Nişan fotosu, düğün fotosu, ilk doğum, doğum günleri, sünnet düğünü, okulda ilk günümüz. Bir küçük ayıcık. Çamurlanmış, ezilmiş. Elinden tutan küçük çocuk yok. Ayıcığın eli öyle kimsesiz gibi yana düşmüş. Yıkık evlerin ortasında belki gayet iyi niyetle ama bilmeden gönderilmiş bir kamyon kabak.

İşte bu küçük ayrıntılar o zaman neyle karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor. Ve bizim büyük çaresizliğimizi… Taş yığını altında belki şu an son nefesini verecek biri var. Ve ellerim tırnaklarım onu kurtarmaya yetmiyor. Aradan yıllar geçtikten sonra bile kurtarılamayan her hayatın sorumluluğunun bir parçası da bana ait olarak yaşadım. Evet yapabileceğim en doğru şeyi yapmaya, durumu yazarak bilmeyenlere aktarmaya çalıştım. Milliyet gazetesinde muhabirim o dönem.

2000 YILINA ÇADIRDA KARŞILAMA

O günden sonra uzun günler, aylar, hatta yıllar deprem bölgesindeydim. Geride kalanların sokaktan çadıra, oradan prefabriklere, kalıcı konutlara uzanan zorlu yolculuklarına tanıklık ettim. Yıllarca ulaşılmaz sandığım 2000 yılını onlarla bir deprem çadırında karşıladım. Ölüsünü dahi bulamadıkları çocuklarının izini onlarla birlikte sürdüm. Üç çocuğunu kaybetmiş anne babanın tüp bebek yöntemiyle bir bebekleri olduğunu öğrenip sevindim. Hayatın bittiği noktada filizlenen aşkları, binlerce tonluk beton altından annesinden karnında sağ çıkıp çadırda hayata merhaba diyenlerin büyüdüğünü görüp umutlandım.

ÜÇ EVLADIN YATTIĞI MEZARLIĞIN KARŞISINDAKİ HAYAT

Tüm o günler boyunca gidenler uğurlandı, önce birer birer, sonra onar onar. “Toplu mezar” nedir gördük. Yaralıların görünen yaraları tedavi edildi. Görünmeyenleri öylece kaldı. Yaranın ne olduğunu öğrendik. Kayıplar hep arandı, derin sularda, kimsesizler yurdunda, mezarlıkta. İğneyle kuyu kazmak neymiş öğrendik. Evlatlarının yattığı mezarlığın karşısından hiç ayrılmadı kimileri: “Her sabah camdan onlara bakıyorum” diyerek. Özlem neymiş tanık olduk. 20 yıl geçmişken kızının odasını taşındığı her yere götüren, o odayı hep hazır tutan annenin “Sanki bir gün kapıdan gelecek” deyişinde, umudun ne olduğunu duyduk.

Kâr hırsı uğruna bir küçüğün kumda oynayacağı deniz kabuğunu onun üzerine ölüm sıvası yapanların arsızlığını gördük. Daha büyük bir dükkân için kolonu keserek sayısız insanı bir küçük mezara gönderenlerin aymazlığını. Sonra yine yanına kâr kalışları.

Yaptığı öyle güzel, şenlikli isimli yazlık sitelerin 150 kişiyi öldürdüğünü bilerek gayet rahat dolaşanları da. Resmi rakamlara göre 17 bin kişinin öldüğü o depremde 17 yıl bile ceza almayanları. Adaletin artık hiç olamayacağını… Böyle sayısız şeyi öğrendik.

BAZILARI İÇİN HER ŞEY ESKİSİ GİBİ OLDU

O günü yaşayan, yakınını yitirenler için evet hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ama geri kalanların büyük bölümü için her şey eskisi gibi oldu. Ardından başka kentlerdeki depremlerde sayısız çocuğu yitirdik, deniz kumundan binalar inşa edildi. Hatta kimi binaların yıkılması için depreme bile ihtiyaç kalmadı. Yine yıkılan binalar için birkaç kişi sadece birkaç yıl ceza aldı. Bugün yine sarsılsak, sil baştan aynı acılar yaşanacak. Daha katmerlisi belki de.

Şimdi kimi zaman Yalova’da yeniden inşa edilen yazlıkların önünden geçerken mesela, Adapazarı’nda çekilen bir dişin açtığı boşluk gibi kimsesiz kalmış arsalara rastlarken, bir lunaparkta dönen balerin kızın eteğine bakarken… Gölcük’teki lunaparkı hatırlayarak, koltuk değeneğiyle yürüyen birini gördüğümde bacaklarını enkaz altında bırakıp kaldığı yerden yola devam eden Doğuhan’ı, kızı Gözde’yi aramaktan hiç vazgeçmeyen Nilgün’ü, üç kızını aynı saniyelerde yitiren Hatice-Hayrettin Uğurlu çiftini düşünürüm. Bazen öyle sonu gelmez karanlık ve sabahın hiç olmayacağını sandığımız gecelerde yolumu, yönümü yitirmişken bir ses duyarım: “SESİMİ DUYAN VAR MI?” der. O sese yönelirim. Bir küçücük delikten minik bir ışık sızar. O ışığa yönelirim. “Tamam yolumuz uzun” derim. O binaları kat kat çıkan varsa “Biz de varız” derim. Hiçbir şey olmasa bile o yitip giden canlar için yürünmeli derim… ve son, şöyle derim;

SESİNİ DUYAN VAR, HEP OLACAK.