3 Temmuz 1993, sessizdi. Sessizdik. Konuşamıyorduk. Birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. O denli utanıyorduk yaşananlardan

22 yıldır süren yangın

Şu cümleyi kurmaktan bıktım: Bu topraklarda yaşanmış çok acı var. Dünyanın en bereketli toprakları, katliamlardan soykırımlara acılarla lekelenmiş, ülkenin neredeyse her köşesine en az bir acı saplanmış. En büyüklerinden biri, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yaşanan. Yaşadığım en ağır acılardan.

O günü unutmam mümkün değil: Ankara’da, birkaç arkadaşımla televizyonlu bir eve toplanmış, “olay”ın boyutunu anlamaya çalışıyorduk. Sosyal medyanın olmadığı, internetin kullanılmadığı, televizyonların saat başı haber vermediği bir dönemdi. Elimiz kolumuz bağlıydı. TRT’nin haber bülteninden öğrendiklerimizi, (şimdi baktığımda şaşırtıcı geliyor ama) pek güvenmediğimiz özel televizyonlardan aldıklarımızla karşılaştırıyor, senaryoyu sürekli yeniliyorduk. Her yeni gelen haberde, biraz daha korkuyor, biraz daha endişeleniyor, biraz daha üzülüyorduk. Sivas’ta, Pir Sultan Abdal şenliklerinde olanın ne olduğunu anlamaya çalışmak bile çok fenaydı. Uykusuz geçen gecenin sonunda, “olay”ı tüm yönleriyle duyduğumuzda yıkılmış, perişan olmuştuk. Bilanço ağırdı: 30’a yakın ölü. Dile kolay.

Sivas’a gidenler arasında tanıdıklarımız da vardı: Mülkiyeliler’de sıklıkla karşılaştığımız, göz aşinalığı sayesinde uzaktan selamlaştığımız, masalarına yaklaşarak “yakınlaştığımız”, sohbetlerinden faydalandığımız şairler, Pir Sultan Abdal Derneği’nin semah ekibinde yer alan okul arkadaşlarımız, bildiğimiz, sevdiğimiz yazarlar ve müzisyenler… En başta da Aziz Nesin! Hayatından endişelendiğimiz, 75 yaşını yeni devirmiş, 80’ine koşar adım ilerleyen Aziz Nesin… Duyduklarımız, endişemizi artırıyordu: Olaylar cuma namazı sonrası çıkmış, “Aziz Nesin halkı tahrik ediyor” bahanesiyle “halk”, etkinliklerin yapıldığı Buruciye Medresesi’ne yürümüş, konukların kaldığı otelin önünde toplanmış. Otelde yangın çıktığı bilgisi ne zaman geldi, bilmiyorum. Bildiğim, gecenin ilerleyen saatlerinde, TRT bültenlerinde birbiri ardına sayılan isimler: Asım Bezirci, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve nicesi… Tanıdığımız, hayran olduğumuz insanlar. Öfkem, “hepsinden normal insan gibi söz ediyorlar, Asım Bezirci ölmüş yahu, Hasret gitmiş, nasıl bir şey bu?” noktasında patlamış, saldıracak yer ararken arkadaşlarımca sakinleştirilmiş, sonrasında uzun bir ağlama krizi gelmişti.

3 Temmuz 1993, sessizdi. Sessizdik. Konuşamıyorduk. Birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. O denli utanıyorduk yaşananlardan. Sonrasında, bu, uzun süre böyle oldu. Asım Bezirci ve diğerlerinin kitaplarını elime aldığımda, boğazıma bir yumru oturdu hep. Şu anda var olan yumru gibi.

İnternet bir yana, cep telefonunun da olmadığı bir dönem bu ve elimizi kolumuzu kilitleyen her şey, bir yandan yaramızı artırıyordu.

Sonrasında şarkılar geldi. Önce kim yaptı, hatırlamıyorum ama pek çok Sivas şarkısı yapıldı. Grup Yorum, Kızılırmak gibi gruplarla başlayan, Demirhan Baylan’dan Radical Noise’a, Akın Eldes’ten Selda Bağcan’a ve elbette Âşık Mahzuni Şerif’e uzanan bir külliyattan söz ediyoruz. “Keşke dinlemeseydik” dediğimiz şarkılar bunlar… Bir yandan da “iyi ki var” dediklerimiz.
Duman şarkısı “Mânâsı Yok”ta geçen “ah bu diyarda kimi yakmışlar…” sözü ve son albümdeki “Köpekler”in can alıcı dizeleri, Sivas’ın acısını bugüne aktarıyor: “Oteli kökünden yakmalılar ki / Senin için ölsün yarınlar…” Ama galiba, bütün bu şarkılar arasında tüylerimi diken diken eden, her dinleyişimde beni benden alan, Moğolar’ınki: “Issızlığın Ortasında”.

Sivas’ta yaşananlar orada kalmadı. Sonrasında pek çok anma etkinliği düzenlendi ve olayı tüm yönleriyle anlatan kitaplar yazıldı. Şarkılar, şiirler, filmlerle yangın bugüne taşındı. Burada da kalmamalı: Orada yaşananlar, kuşaktan kuşağa aktarılmalı. Acıyı azaltmak elbette mümkün değil ama anlatmak, olayı bilmeyenlerin yanlış bilgilendirmelere maruz kalmamasını sağlamak önemli. Bunu yaparken, bir yandan da doğru anlatmak gerek elbette… Yakın dönemde, bir film üzerinden alevlenen tartışma, can sıkıcı. Çekimleri biten, yakın zamanda gösterime girecek olan Ulaş Bahadır imzalı “Carina’nın Günlüğü / Sivas ’93” adlı filmde, meşhur merdiven sahnesindeki özneler değişmiş ve Metin Altıok ile Behçet Aysan’ın yanında duran Uğur Kaynar’ın yerini Hasret Gültekin almış. Kaynar ailesi, haklı olarak buna tepki gösteriyor: “Uğur Kaynar’ı bir kere daha öldürmeye kimsenin hakkı yok.” “Kurgudur, yönetmenin takdiridir” gibi bahaneler ileri sürülebilir lakin bunca göz önünde olan bir olay hakkında yapılmış bir filmde gerçeklerden uzaklaşmak, sonraki “yanlış”ları tetikler.

Sivas yangını, ülkenin yaşadığı en acı olaylardan. Buna şahit olmak, o dönemi yaşamak, “sonrası”nı görmek, fena. Tansu Çiller’den Erdal İnönü’ye, Süleyman Demirel’den Mehmet Gazioğlu’na, dönemin “mevki sahibi” siyasetçileri, bu yangından sorumlu. “Sonrası”nı hatırlatmama bile gerek yok: Bugün, Sivas’ta yakanları içine alan, onları milletvekili yapan, onların avukatlarını Adalet Bakanı mertebesine yükselten bir yapı tarafından yönetiliyoruz. Bugünün Cumhurbaşkanı’nın, iki yıl önce, Sivas davası zamanaşımından düştüğünde kurduğu cümleyi hatırlamamız yeterli: “Milletimize hayırlı olsun.” Yaktıkları, öldürdükleri halde mağdur olduklarını iddia edenler, bu olayın ardında bile “lobi” arayanlar, yangının ardından sevinenler ve “dinsizler temizlendi” diyenler olduğu sürece bu yangın sürecek.