Önce herkesin bildiği, fakat üzerinde yeterince durulmayan bir gerçeği hatırlatalım: 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri aslında Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasında yapılmadı. Terazinin bir kefesinde Ekrem İmamoğlu varsa, öbür kefeye ağırlığını koyan Binali Yıldırım değil, bizzat AKP Başkanı Erdoğan oldu. Ve kuşku yok ki, Binali Bey, seçimi kazanmış olsaydı bile, ancak “başbakan”lığı kıvamında […]

23 Haziran, yol ağzı ve umut ışıkları

Önce herkesin bildiği, fakat üzerinde yeterince durulmayan bir gerçeği hatırlatalım: 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri aslında Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasında yapılmadı. Terazinin bir kefesinde Ekrem İmamoğlu varsa, öbür kefeye ağırlığını koyan Binali Yıldırım değil, bizzat AKP Başkanı Erdoğan oldu. Ve kuşku yok ki, Binali Bey, seçimi kazanmış olsaydı bile, ancak “başbakan”lığı kıvamında bir “belediye başkanı” olacaktı. İktidar açısından bu bir “vekâlet seçimi” idi!

Aslında İstanbul, son 25 yılda hep R. T. Erdoğan’ın denetiminde yaşadı. Daha iki yıl önce, Tayyip Bey, şehrin seçilmiş belediye başkanını istifaya zorlamış ve yerine daha uysal bir “vekil” atamıştı! Son seçimlerde de Binali Bey’i Meclis Başkanlığı’ndan alıp İstanbul’a aday yapan yine Tayyip Bey oldu. Üstelik kampanyayı da “aday”a bırakmamış, ilçe ilçe dolaşarak bizzat kendisi yürütmüştü. 16 Haziran’da adaylar arasındaki TV tartışmasından memnun kalmayınca da ekranlara çıktı ve son sözleri yine kendisi söyledi.

Bu son aşamada artık eleştiri eşiği aşılmış, tehdit ve teslim alma operasyonu başlamıştı: Vali ve emniyetçiler İmamoğlu’na dava açmaya teşvik ediliyor, mahkûm olan –üstelik “Pontus”lu (!)- bir insanın zaten belediye başkanı olamayacağı söyleniyordu. Seçime iki gün kala ise İmralı’dan garip mesajlar gelmeye başladı! Artık her şey mubahtı; çünkü “İstanbul demek, Türkiye demekti”…

Ne var ki bu kaba operasyonlar ters tepmeye mahkûmdu ve de öyle oldu. Artık Beştepe’nin her türlü siyasi sürprizine alışkın olan yandaş çevrelerde bile isyan duyguları kabarmıştı. Ve sonunda seçmenlerin yanıtı da çok sert oldu. 23 Haziran akşamı, ekranlar, siyasi tarihimize geçecek bir ibret tablosu sergiliyordu. Kazanan İmamoğlu ise, kaybeden, Binali Bey’den de çok, R. T. Erdoğan olmuştu.

***

Peki, oylamadan sonra durum anlaşıldı, mesaj alındı mı? Örneğin Tayyip Bey’in seçim sonucu için “başımızın üstünde yeri var!” demesi, bir “demokratik açılım” işareti olabilir mi? Yoksa bunu ummak ve beklemek daha çok iyimserlik ve hayalcilik mi sayılmalı?

Aslında Tayyip Bey, daha birkaç gün önce seçim sonuçlarını yorumlarken, durumu “anladıklarını” değil de, “kendilerini anlatamadıklarını” söylüyordu. Kimse de çıkıp kendisine “peki, neydi anlatamadıklarınız?” diye soramadı! Öyle görünüyor ki işin özü burada yatıyor ve sorun da Erdoğan ve yakınlarının “siyaset” anlayışlarından kaynaklanıyor.

***

Cumhurbaşkanı ve yakın çevresinin “siyaset anlayışı”, seçimden iki gün önce yaptığı TV konuşmasında tekrar ifade edilmişti. Bu programda, Erdoğan, yirmi yıl önce, “masum bir şiir” okuduğu için hapse girerken kendisine sorulan soruya verdiği yanıtı hatırlatıyor ve şunu söylüyordu: “Ben siyasette –babam bile olsa- kimseye kefil olmam!”. Yani Erdoğan’a göre siyasette hiç kimseye güvenmek caiz değildi ve her politikacı bünyesinde başkaları için “potansiyel bir düşman” barındırıyordu. Nitekim AKP’nin bugünkü yapısının da açıkça gösterdiği gibi, bu “temel ilke” parti saflarında on yedi yıl boyunca devamlı ve tutarlı bir şekilde uygulanmıştı. “Başkanlık sistemi”ne ve “tek adam rejimi”ne de bu anlayışla geçildi ve “dava”, eğer gerçekleşecekse, yine bu yolla gerçekleşecekti! Üstelik Erdoğan bu yolda köklü bir yenilik yapmış, dış politikayı da iç politikanın aracı haline getirmişti. Böylece “iç düşmanlar”ın yanı sıra bir sürü “dış düşman” da yaratıldı…

***

Yine de kabul etmek gerekiyor ki “diplomasi” aracı iç siyasette son yıllara kadar belli bir “başarı” ile uygulandı ve muhafazakâr halk kesimlerinde dünya çapında bir “lider Erdoğan” imajı yaratıldı. Ne var ki son seçimlerle bu yolun da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Nitekim dış politikanın iç politika aracı olarak kullanılması sonunda ülkeyi çıkmaza sürükledi ve “Millet İttifakı”nın bu performansı da artık halka “beka sorunu” olarak sunuluyor!

Oysa işin aslı şudur: Genellikle İslam dünyasına örnek gösterilen laik ve demokratik Türkiye’nin gücü ve itibarı, AKP iktidarı ile buna tamamen ters bir “dava”nın aracı yapılmak istenmiş ve sonunda ters tepmiştir. Böylece 23 Haziran seçiminde alınan sonuç da bir yönüyle bu sorunu yaratanlara bir ders niteliğindedir!

***

Bugün AKP’nin uyguladığı diplomaside “Aşil’in topuğu”nu ABD ve Trump’la ilişkiler teşkil ediyor ve bu ülkeyle ilişkilerimizde daha önce hiç benzeri yaşanmamış bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Bir yandan iktidar sözcüsü medya, hatta bir kısım bakanlar ABD hakkında en ağır suçlamaları yapar ve bunu da “antiemperyalizm” olarak sunarken, Erdoğan ABD politikasını Trump ile ikili ilişkilere dayandırıyor ve çok farklı bir dille yürütüyor. Ticari ilişkilerin önemli bir yer aldığı ve “yüz milyar dolarlık” alış-veriş hedefinin hep tekrarlandığı bu konuşmalarda elbette S 400 ve F 35 konuları da gündeme geliyor. Oysa Cumhurbaşkanı ve iş çevreleri iyimser; her görüşmeden sonra ılımlı açıklamalar yapılıyor ve… borsa yükseliyor. Örneğin Erdoğan, G-20 zirvesi için Japonya’ya hareketinden önce yaptığı açıklamada da, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu, ABD ile ilişkilerin “stratejik ortaklık çerçevesinde yürüdüğünü” ve Trump’la görüşmelerinde hiç de “yaptırım izlenimi almadığını” söylüyordu. Kendisine göre bunu “alt kademelerde birileri dillendiriyor” ve ilişkileri bozmaya çalışıyor! Ortada kaygı duyulacak bir durum yoktur!

***

Aslında 2008 krizinden sonra hala toparlanamamış olan dünya düzeni, son yıllarda, giderek, insan haklarına saygısız, “otoriter” rejimlerle parlamenter rejimler arasındaki kutuplaşmaya sahne oldu. Genellikle birinci kamp içinde görülen AKP politikası, Trump ve Putin’i birbirine karşı kullanabilme olanağını da bu iki liderin aynı kampta yer almaları sayesinde buldu. Gerçekten de Trump’la Putin benzer değerleri paylaşıyorlar ve ABD’de kamuoyunu da arkasına alan Demokrat Parti, eğer Senato’da çoğunluğa sahip olsaydı Trump’a karşı yargı sürecini çoktan başlatmış olacaktı. Bu ortamda, Erdoğan’ın “alt kademeler” diye küçümsediği odaklar da, Kongre, Savunma Bakanlığı, “Think Tank”ler, medya organları gibi kuruluşlardan oluşuyor ki aslında gerçek Amerika da budur. Türkiye’ye ağır eleştiriler yönelten Amerika da budur! Öyle ki, Trump’a ve Cumhuriyetçilere daha yakın olan Wall Street Journal gazetesi bile, yakınlarda “yayın kurulu” imzalı bir başyazısında, “S 400 de, F 35 de birer bilgisayardır; bunlar birbirine çengellenemez!” diyor ve Türkiye’ye yaptırımlar uygulanmasını savunuyordu. (WSJ, 20 Haziran 2019). Dahası, Türkiye’nin NATO’dan dışlanmasının artık “düşünülür” hale geldiğini söylüyor ve iktidarı İncirlik’e bir almaşık aramaya davet ediyordu.

Sonuç olarak deriz ki, 23 Haziran seçimlerinde takke düşmüş kel görünmüş, iktidar kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüştür. Demokrasi tarihimizde yeni bir yol ağzına gelinmiş, bu kez doğru yönde bir atılmıştır. Ne var ki yol uzun, engebeli ve her türlü sürprize gebe bir yoldur. Yine de ışıklarla donanmış bir yoldur.

***

Bu olabilir mi?

Burada gazetenin tabiriyle “trajik” olan, elbette ki Türkiye’nin NATO’dan çıkması değildir! Hatta planlı, hazırlıklı ve gerçekten antiemperyalist güçlere dayanan bir çıkış yurt çıkarları açısından çok da yararlı olur. Trajik olan, NATO’ya bağlı olan ve ondan medet uman bir iktidarın hiçbir hazırlığı ve planı olmadan NATO’dan kovulmasıdır. Bunun sonucu da, belli ki, Türkiye’nin, bazı Türkî cumhuriyetler ve Esat gibi Putin’e biat etmesi olacaktır! Bu yüzden de bugünkü güçler dengesinde işlerin oraya varmayacağı ve bu yönde bir gelişme olsa bile, son anda, zevahiri kurtarma kaygısı bile olmadan bir formülün bulunacağı en büyük olasılıktır: bulunan formül, yakınlarda apar topar ülkesine gönderilen Brunson “vakası”ndan çok daha ağır bir faturaya mal olsa bile!! Kaldı ki sadece dış dünyaya değil, kendi ülkesinde de tüm demokratlara savaş açmış bulunan Trump’ın daha uzun süre iktidarda kalması da fazla olası görünmüyor.

***

İşte bir belediye seçimini Türkiye’de bir genel seçim havasına sokan dış koşullar da bunlar oldu. Aslında tüm iktisadi kriz semptomları (işsizlik ve enflasyon rakamları, hızla yükselen döviz kurları, duran yatırımlar vb) bu gelişmeyle yakından ilgiliydi ve 23 Haziran seçimlerinde bütün bu faktörler birlikte etki yaptı. Bu nedenle sonuç da “genel” tepkilere yol açtı! Nitekim 24 Haziran sabahı, iktidar yapısında bir değişiklik olmadığı halde, dolar kurunun hızla düşmesi ve borsanın yükselmesi başka nasıl yorumlanabilir? Dış dünyada ise, 31 Mart seçiminden sonra “Türkiye’nin itibarının zaten dipte” olduğunu yazan Avrupa gazetelerinin, bu kez muhalefetin zaferini tüm “otoriter rejimlere” örnek olarak sunması anlamlı değil midir? (Le Monde, 25 Haziran 2019).

Sonuç olarak deriz ki, 23 Haziran seçimlerinde takke düşmüş kel görünmüş, iktidar kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüştür. 23 Haziran zaferi – paylarını kuşkusuz kimse yadsıyamazsa da- İmamoğlu ve CHP’nin ötesinde tüm demokratik güçlerin zaferini temsil etmektedir. Demokrasi tarihimizde yeni bir yol ağzına gelinmiş, bu kez doğru yönde bir atılmıştır. Ne var ki yol uzun, engebeli ve her türlü sürprize gebe bir yoldur. Yine de ışıklarla donanmış bir yoldur. Bu kavşakta “metal yorgunları”na düşecek olan da -en iyimser bir ifadeyle- artık sağduyuya sığınmak ve bu yenilgiyi hezimete dönüştürmemek için geçmişteki hata ve hayallerden sıyrılmaya çalışmak olacaktır.