İktidar, 100. yıldönümünde Türkiye’yi dışarda savaş, içerde ise her türlü baskı ve ekonomik zorluklara hapsetse de karamsar olmayalım. Dedelerimizin 1920’de bile kapılmadıkları umutsuzluğa kapılmayalım. 2020’ler dünyasında, hayale kapılıp kendinde olmadık güçler vehmedenlerin de son tahlilde kendileriyle savaştıklarını unutmayalım

23 Nisan, 100 yıl önce...

TANER TİMUR

Devrimci süreçlerde çok sık rastlanan bir durumdur; başlangıçta ikili bir iktidar yapısı ortaya çıkar. Örneğin 1789’da Bastille’i zapteden Fransız devrimcileri, kralın ihaneti açıkça ortaya çıkana kadar, üç yıl boyunca Versailles’a ilişmediler. 1917’de de, Rusya’da Ekim Devrimi, “emekçi şuraları” ile Çarlık oligarşisine karşı ayrı bir iktidar merkezi oluşturdu. İşte bundan tam yüz yıl önce, Ankara’da da benzer bir durum yaşanıyordu.

Gerçekten de 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasıyla ortaya iki ayrı “iktidar” çıkmıştı. İstanbul’da sömürgeci güçlerin merhametine sığınarak kurtulacağını sanan çürümüş saltanata karşı, “bozkırda” yepyeni bir dünya vadeden bir “çekirdek” kuruluyordu. Kendiliğinden oluşan Kuvayı Milliye ile başlayan ve Heyeti Temsiliye ile örgütlenen hareket, sonunda Millet Meclisi ile taçlanmıştı. Hedef ise daha başlangıçta, Amasya’da, ilan edilmişti: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!”.

***

Aslında karanlık günlerdi. On yıldır süren savaşın bütün yükünü taşıyan Anadolu tam bir harabe halindeydi. O günleri anlatan Yunus Nadi “denilebilir ki, diyordu, o gün için ordu namına hiçbir şey yoktu. Hatta kadro olarak bile ordu ancak kâğıtlarda vardı (...) Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa bile İngilizlere karşı hareketini halk ile yapmıştı”. Üstelik İttihatçı çılgınlık, tüm subayların itibarını neredeyse sıfıra indirmişti. Öyle ki, yıllar sonra anılarında belirttiği gibi, İsmet Paşa, İnönü Savaşları sırasın­da Bursa’dan dönen bir grup subaya şunları söyleyecektir: “İçinde bulunduğu­muz vaziyeti bilesiniz! Padişah düşmanınızdır; yedi düvel düşmanınızdır; bana bakın, kimse işitmesin, millet düşma­nınızdır!” (Ulus, 17 Mayıs 1968).

İşte Ankara’da Meclis açılırken durum buydu ve tam da bu koşullarda, Yunus Nadi, ordunun önceliğini belirtirken Mustafa Kemal Paşa’dan şu yanıtı alıyordu: “Evvela Meclis, sonra ordu Nadi Bey! Orduyu yapacak olan Millet ve ona niyabeten Meclis’tir!”. Yine Yunus Nadi’nin Ankara’yı “çöl” olarak nitelemesini de Kemal Paşa şöyle tamamlamıştı: “Bu çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur; çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır; o da millettir!”. (Ankara’nın İlk Günleri, 1955, s. 97).

Kısaca karamsarlığa yer yoktu; moral çöküntü düşman güçler kadar tehlikeliydi. Kaldı ki Ankara halkı 27 Aralık’ta Temsil Heyeti ve Mustafa Kemal Paşa’yı coşkuyla karşılamıştı.

***

Ne var ki bu arada şer kuvvetleri de boş durmuyordu. 16 Mart’ta İstanbul işgal edilmiş, Meclis dağıtılmıştı. Bunu meşru göstermek için de, İtilaf Devletleri, yayınladıkları bildiride “işgalin geçici olduğunu” ve amacının “makamı saltanatın nüfuzunu kırmak değil, aksine Osmanlı idaresinde kalacak yerlerde o nüfuzu takviye ve tahkim etmek olduğunu” ilan etmişlerdi. Falih Rıfkı Atay’ın anlatısıyla o günlerde “Halife fetvalarıyla ayaklandırılan çeteler hemen hemen Ankara tepelerinden görünmek üzere idi. Mustafa Kemal, Meclis’i açacağı zaman şehri basmak üzere ufukta belirdiklerini haber vermek için Ankara sırtlarında nöbet bekletmişti” (Çankaya). Oysa ne yazık ki bunun halkta da bir karşılığı vardı. “Millet ve ordu” saltanat ve hilafete “asırların kökleştirdiği dini ve ananevi bağlarla bağlı” olup, “halife ve padişahsız kurtuluşun manasını anlayamıyor”, buna karşı olanları “derhal dinsiz, vatansız, hain” ilan ediyordu (Nutuk). Kısaca halkın dini duyguları Halife-Sultanı da aşmış, işgal kuvvetlerinin elinde “afyon” ve devrim düşmanlığı haline gelmişti.

***

Aslında bu durum halk çıkarlarına olduğu gibi, yaratıcı ile yaratılan arasına aracı koymayan İslam’ın özüne de aykırıydı. Ne var ki 1920’lerin Anadolu’su özgür felsefe ve laiklik derslerine hiç de elverişli değildi. Üstelik bu durum, belli bir gelişme aşamasında, tüm ülkelerin karşılaştığı bir durumdu ve Kemalist devrimcilere yardım elini uzatan Lenin de bir yazısında, “dini bir kisve altında siyasi pro­testo, gelişmelerinin belli bir derecesinde, bütün halklara özgü bir olaydır” demişti. Bunu da belirleyen daha temeldeki sınıf kavgasıydı. Bu koşullarda yapılacak şey de tüm açıklığıyla ortaya çıktı: Kısasa kısasla yanıt verilecek, halkın kutsal inançları devrimci güçler lehine seferber edilecekti. Zaten Mecliste 60 kadar din adamı vardı ve bu koşullarda Meclis bir Cuma günü, büyük bir dini merasimle açıldı. Aslında asıl savaş daha yeni başlıyordu ve bunun temel ilkesi de konulmuştu: Artık Anadolu topraklarında, egemenlik, “Hakk’ı temsil ettiğini” iddia eden sultan ve oligarşik zümreye değil, “Halk”a ait olacaktı.

***

Mustafa Kemal Atatürk, Meclis toplanmadan bir gün önce, 22 Nisan 1920’de, tüm asker-sivil yöneticilere yolladığı bildiride “Efendiler, diyordu, bilirsiniz ki hayat demek mücadele, müsademe demektir. Hayatta başarı mutlaka mücadelede başarıyla mümkündür ve bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir”. Sonra da, kendi açısından, Doğu-Batı kavgasında Osmanlıları çöküntüye götüren nedenleri anlatıyor ve Panislamizm ve Pantürkizm gibi hayalci ve yayılmacı tutkuları eleştiriyordu. “Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalara yerleştirdiği gerçekler karşısında, diyordu, hayalci olmak kadar büyük bir yanılgı olmaz. Tarihin dediği budur; bilim, akıl, mantık da bunu söyler!”. Önerdiği de buna dayanan bir “ulusal politika” ve buna uygun akılcı ve barışçı bir dış politika idi.

***

Fakat hayret değil mi?

Aradan yüz yıl geçti; bu hedefler çoktan ulaşılmış ve -enternasyonalist perspektifte- aşılmaya aday hedefler olarak değil de, adeta çıkarcı bir oligarşinin unutturmaya, kovmaya çalıştığı hedefler olarak hala karşımızda duruyor. Ve bu koşullarda 23 Nisan 1920 de, 100. yıldönümünde, Türkiye’yi, dışarda (Suriye, Libya) savaş halinde, içerde her türlü muhalifi “iç düşman” sayan; hesapsız politikasıyla bir işsizler ordusu yaratan; parası giderek eriyen ve sonunda da bir salgınla mücadeleyi bile “mutlak iktidar” tutkusuna endeksleyen iktidar yapısı ile yakaladı. Kuşkusuz ne tek parti dönemi, ne de çok partili yaşamımız -kuşkusuz farklı nedenlerle- sütten çıkmış ak kaşık sayılabilirdi; yine de daha beş altı yıl öncesine kadar, bu noktaya varacağımızı doğrusu kimse tahmin edemezdi. AKP’nin “ustalığı”, önce liberalleri İslamcılarla, İslamcıları Gülencilerle ve hepsini de “Kürt açılımı”yla uzlaştırarak “vesayet”e (aslında Kemalist laikliğe) karşı cephe kurmak; sonra da cepheyi parçalayarak her unsuru birer birer ezmeye çalışmak oldu. Yıllardır tüm demokratlar bu dönüşümü çözümlemeye çalışıyorlar, daha yıllarca da çalışacaklar ve bu arada özgürlük kavgası da devam edecek! Yine de karamsar olmayalım; hele hele dedelerimizin 1920’de bile kapılmadıkları umutsuzluğa hiç kapılmayalım. Bu arada, 2020’ler dünyasında, hayale kapılıp kendinde olmadık güçler vehmedenlerin de son tahlilde kendileriyle savaştıklarını hiç unutmayalım.