Peki ama bizim gibiler yanılıyor olamaz mı?

Çünkü büyük bir çoğunluk halinden memnun... Peki tamam, “memnun” denemese bile haline şükrediyor. Ama sadece mistik bir şükür duygusuyla değil, “beterin beteri var, mevcut olanla yetineyim, eldekini yitirmeyeyim” kaygısıyla da...

Nitekim ne denli aldatıcı olursa olsun, bazı rakamlar sayesinde mesela on yıl öncesiyle kıyaslayıp bir nispi refahtan söz edebiliyorlar.

Evet, nispi refah... Marksist literatürde de kullanılan bir kavram... Süreçte öyle gelişmeler olur ki, yoksulların kendi sınıfsal koşullarında hatırı sayılır bir refah göstergesi bulunmasa da, kendi hallerini önceki koşullarla ya da kendinden daha kötü durumda olanlarla kıyaslayarak “nispi bir refah” içinde olduklarına inanırlar. Bunun tipik ve tarihsel örneği köyden kente göç etmiş yoksulların ilk algılarında görülür. Yahut çok şiddetli kriz dönemleri ardından yapılan ufacık pansumanlarda... AKP dönemi mesela 2001 yılının şiddetli krizinin sonrasında başlamıştı. Ve böylece, yapılan pansumanlar AKP’nin ekonomideki “muazzam başarısı” olarak sunulabildi.

Peki, muhalifliğimiz baki kalsın ve diyelim ki bu durum AKP’nin ekonomideki muazzam başarısından değildir, konjonktürel bir şeydir. Üstelik bunu ispatlayacak bulgular da var elimizin altında: Son on yılda Körfez ülkelerinden gelen otuz milyar dolar mesela... Ekonomide kaşıkla verip sapıyla çıkarsalar da, durum şimdilik böyle... Siyasette de yandaşların argümanlarını ezberledik: AKP ikide bir reform, açılım filan diye vaatler yapıyor, çok başka maksatlarla olsa da askeriyeyi kışlasına soktu ve hatta “darbecilerden hesap soruyor”.

Şöyle ya da böyle, bu tablo birçok insanı ikna etmeye hâlâ yetiyor. Üstelik bu ikna halinin geri planında sınıfsal nedenler yanı sıra çok önemli bir faktör daha var:

Ölüm tacirliği!

Nedir bunun anlamı? İnsanların en büyük korkusu olan ölüm karşısında bulunmuş tek çare olan din adına yapılan siyaset ticareti... Hayat satıyorlar, hayatları satın alıyorlar, nispi refah algısı yaratıyorlar... AKP’nin on yıllık icraatı işte bu ticari ve siyasi başarıyla taçlandı.

Bugün 23 Nisan, yarın 24 Nisan. Bugün 23 Nisan’ı satın alacaklar, yarın 24 Nisan’ı satacaklar. 23 Nisan 1920 bir “doğum günü” olarak kutlanırken, 24 Nisan 1915 bir “soykırım günü” olarak yadsınacak.

Oysa ne derinden hissederek söylemişti sireli yeğpayris Hrant Dink: “Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum, ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan’ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması.”

Hrant, “23,5 Nisan”da karar kılmıştı, hissiyatını yoldaşça paylaşabilmek için. Ve ölüm tacirlerine kafa tutarak umudu çoğaltmayı sürdürebilmek, ancak böyle bir hissiyatla mümkün.

***

Evet, Ölüm Tacirliği tam da hayatın kontrgerillacılığı gibi bir şey... Ölüm tacirleri, hayat kontrgerillası olunca, bize düşen de hayat gerillası olmak!

Ölüm korkusu, kısmen de olsa yaşama mutluluğuyla telafi edilebilir. İşte bu yüzden, sosyalistlik, devrimcilik, bu korkuyu bastırabilecek tek mutluluk çaresi olma iddiasını her vesileyle çoğaltmalı, bir “mutluluk ideolojisi” olarak kendini yeniden ve yeniden kurgulayabilmeli...

Haldeki durumdan ve gidişattan memnun olanlar daha kalabalık diye, elbette muhaliflikten vazgeçmiyoruz. Çünkü biliyoruz, hayat gerillacılığı kısacık ve küçücük mutlulukları biriktirerek, parça parça, kopara kopara çoğaltarak upuzun ve kocaman umutların peşinden koşmaktır!

Bakın işte en son RedHack’çiler böyle bir tarzı yeniden ve ne güzel üretiyorlar. Hayat gerillacılığını dijital gerillacılık olarak yaşatıyorlar!  Sistemin dijital karakollarına baskın düzenliyor, garnizonlarını tarumar ediyorlar...  Umut aşılıyorlar, mutlu ediyorlar. İrademizi güçlendiriyorlar. Mutlu olabilmenin bir yolu, bütün bunları derinden hissetmektir.

Ve Hrant Dink misali hissederek yaşamak, en ideolojik tercihtir. Böylece yaşadığını hissettiğinde ve hissettirdiğinde bihakkın yaşamış olursun. Yaşadığını hissetmeden ve hissettirmeden yaşarken, sadece yaşama ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmiş olursan, onların sunduğu tek seçeneğe, onların istediği gibi yaşamaya mahkûm olursun!

Doğarken bize isteyip istemediğimiz sorulmuyor, bu hadise gayri iradi gerçekleşiyor; ölürken de öyle, gayri ihtiyari bitiyor! Bari ömür denilen şu süreci istediğimiz gibi yaşama tercihimizi, hayat gerillacılığını elimizden bırakmayalım.

Hayat gerillacılığı: Gayri iradi bir başlangıç noktasından gayri ihtiyari bir bitiş noktasına uzanan, düz olmayan, geri dönüşü imkânsız, inişli çıkışlı bir çizgide dişe diş, kopara kopara, biriktire biriktire, çoğalarak ve paylaşarak yaşamaktır!

İşte bu yüzden, 23 Nisan ile 24 Nisan arasında hâlâ dimdik duran illa ki Hrant’tır!