23 Nisan’ın 100’üncü yılı, elbette taşıdığı tarihsel anlam itibarıyla ilgiyi ve coşkuyu hak ediyordu. Ancak ne AKP’nin Meclis’e yaptığı fenalıkları görmeyen ‘iyimser’ bir muhalefetin ne de Meclis’in eski haline özlem duyan ‘nostaljik’ bir perspektifin demokrasi mücadelesine katkısı olabilir. Gorki’nin dediği gibi “Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz”

23 Nisan: Kutlamak yetmez yeniden kurmak gerekir

Berkant Gültekin

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100’üncü kuruluş yıldönümü, 3 gün önce sahneyi koronavirüsten alarak 24 saatliğine memleketin en sıcak meselesi oldu. Her 23 Nisan’da olduğu gibi bu yıl da Meclis’in siyasal ve tarihsel anlamı üzerine demeçler verildi, tartışmalar yürütüldü. Gündeme ise daha ziyade bir 'kutlama havası' hâkimdi.

Meclis’in Türkiye tarihindeki ağırlığı büyük. Nasıl olmasın, egemenliği hanedandan alıp halka verdi. Kuruluşundan bir süre sonra, önce saltanatı ardında da hilafeti kaldırdı. Devrimin önderi Mustafa Kemal’in sözleriyle, Türkiye halkı Meclis’ini kurarak “Mütecavizlerin (Osmanlı Hanedanını kastediyor) hadlerini ihtar etti ve hâkimiyeti kendi eline bilfiil aldı.” Bu değişim, Anadolu topraklarında bir devri kapatarak yepyeni bir sayfa açtı.

Aradan geçen 100 yılda Türkiye, Meclis faaliyetlerinin askıya alındığı askeri darbe süreçleri yaşadı. 12 Eylül rejimi, yüzde 10’luk seçim barajıyla Meclis’in ‘demokrasi’ iddiasını teoride de yerle bir edip ‘çoğunlukçuluğu’ esas alan bir yasama organına zemin hazırladı. Ancak Meclis, öyle ya da böyle, zaman zaman iktidarlar tarafından etkisizleştirilse de Türkiye siyasetinin en etkin kurumlarından biri olarak varlığını sürdürdü. Ta ki 24 Haziran 2018’e kadar…

Aslında 2018’de başlayan dönemin habercisi, Nisan 2017’deki başkanlık referandumuydu. Türkiye’nin siyasal rejiminin değiştirilmesine, yüzde 51,4 gibi meşruiyet fukarası bir oy oranıyla karar verildi. Üstelik referandum, 2016’nın temmuz ayında gerçekleşen darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL yürürlükteyken yapıldı. 16 Nisan 2017 gecesi “Böyle rejim değiştirilmez” itirazları yükselirken, 'atı alan Üsküdar’ı geçmişti' bile.

DEĞİŞEN REJİM VE ERİYEN MECLİS

24 Haziran 2018’de yapılan seçimle Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğunda, Türkiye’de de ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ adı verilen yeni rejim resmi olarak işlerlik kazandı. Anayasa’nın değiştirilen 8’inci maddesi uyarınca, yürütme yetkisi ve görevi, bakanlar kurulu tarafından değil, artık Cumhurbaşkanı tarafından yerine getirilecekti. Meclis varlığını koruyordu ama artık siyasal olarak etkisizleşmiş bir organ olarak... Ne yürütmenin Meclis’e karşı sorumluluğu vardı ne de Meclis yürütmeden hesap sorabilecekti. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’ndeki tespitine benzer şekilde, “(Doğrudan halkın oyuyla seçilen) Cumhurbaşkanı ulusla kişisel bir ilişki içine girmişti” ve “Başkan meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka” sahipti. Üstelik Cumhurbaşkanı, Meclis’in yasama yetkisine de ortak olmuştu. Bir zamanlar, Samir Amin’in “Modernite insanın kendi tarihinden sorumlu olmasını vazeder” sözünü ispat edercesine saltanata ve hilafete son veren laik Meclis, 100 yıl sonra saltanat sevdalısı bir başkanın enstrümanına dönüşmüştü. Başka ülkelerin yetkilerini parlamentolara devreden sembolik krallıkları gibi Türkiye’nin de yetkilerini ‘başkan’a devreden sembolik bir Meclis’i vardı artık…

Egemen gücün asla sınırlandırılmamasını savunan 'kralcı' düşünür Thomas Hobbes, Leviathan’da devlet biçimleri arasındaki ayrılığın yalnızca egemenliğin bulunduğu yere veya kişiye bağlı olduğunu vurgulayarak şöyle der: “Temsilci tek bir insan olduğu zaman devlet bir monarşidir; toplantıya katılmak isteyenlerin hepsinin meclisi olduğu zaman, bir demokrasi ya da halk devletidir, bütünün yalnızca bir bölümünün meclisi olduğu zaman ise devlet aristokrasisidir.”

Türkiye’deki durum açık. Seçmenin yüzde 52,5’lik desteğiyle devletin gücünün yüzde 100’ünü kontrol eden, sorgulanamaz, denetlenemez ve yargılanamaz bir ‘tek insan’ rejimiyle yönetiliyoruz. Güvenoyu ve gensoru gibi mekanizmalar devre dışı. ‘Tek insan’ın atadığı bakanlar, o’ndan başka kimseye sorumlu değil. Meclis’e gelmeye tenezzül dahi etmiyorlar. Nikos Poulantzas’ın Devlet, İktidar ve Sosyalizm kitabındaki, “Devlet bürokrasisinin parlamenterler karşısında özerkleşmesi, bu bürokrasinin tepe noktalarının devlet başkanı ve hükümette cisimleşen yürütme erkine tabiiyetini güçlendirmekten başka bir şeye yaramaz” tespiti aynen geçerli. Atanmış bakanlar, seçilmiş vekillerin soru önergelerine cevap vermiyor. Aralık 2019’da yayımlanan verilere göre hükümete sunulan 15 bin 317 yazılı soru önergesinin sadece bin 492’sine yanıt geldi. Çünkü 100 yıllık Meclis, Saray hükümetinden hesap sorabilecek ve halk adına denetimi sağlayabilecek siyasal yetkilere sahip değil.

23 Nisan 1920’de kurulan Meclis’in demokrasinin lokomotifi olacağı fikri 'vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.' Ne var ki bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Türkiye ağırlığı sağ iktidarların yönetimi altında, halk düşmanı politikalarla yıllarını tüketirken 1950’lerden itibaren devletin emperyalizme bağımlılıkla şekillenen baskıcı karakteri, Meclis’te ve ülke genelinde demokrasinin önündeki en büyük engel oldu. Türkiye’nin temel hak ve özgürlükler konusunda geri kalmış bu yarım yamalak demokrasisine son darbeyi ise AKP vurdu.

23 Nisan’ın 100’üncü yılı, elbette taşıdığı tarihsel anlam itibarıyla ilgiyi ve coşkuyu hak ediyordu. Ancak ne AKP’nin Meclis’e yaptığı fenalıkları görmeyen ‘iyimser’ bir muhalefetin ne de Meclis’in eski haline özlem duyan ‘nostaljik’ bir perspektifin demokrasi mücadelesine katkısı olabilir. Gorki’nin dediği gibi “Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz.” Türkiye’de gerçek bir demokrasiyi hayata geçirebilmek için ülkeyi eşit, adil, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı bir anlayışla yeniden kuracak iradeyi ortaya koyabilmek gerekiyor. Meclis de işte o zaman, yüzünü aydınlık geleceğe dönen yurttaşların medarı iftiharı olabilir.

HAVADA ASILI DURAN İKTİDAR

Montesquieu egemen güçleri; kuvvetler ayrılığı, basın ve fikir özgürlüğü gibi unsurlarla sınırlamak gerektiğini henüz 1700’lerin ilk yarısında söylemiş. Fransız düşünürün bu uyarıyı yapmasından 300 küsur yıl sonra Türkiye’nin kuvvetler ayrılığından hiç nasibini almamış bir rejimi kurumsallaştırması talihsizlikten öte bir durum. Fakat Marx’ın isabetle belirttiği gibi “İktidar havada asılı durmaz”; temelinde ekonomik altyapı bulunur ve esas gücünü buradan alır. Gramsci’nin “Hegemonya etik-politik olsa da, aynı zamanda iktisadi de olmalıdır” saptaması da bunun izdüşümüdür. İşte Türkiye’de siyasal İslamcı rejimin kaderi burada düğümlenmekte. Yıllardır 'istikrar' fenomenine bel bağlayan Erdoğan, şimdi yarattığı dikta ortamında ekonomik avantajlardan ve dış destekten büyük oranda yoksun, toplumun tüm kesimlerinin tepki gösterdiği, 'havada asılı duran' bir iktidarı temsil ediyor. Meclis’i susturması ona zaman kazandırdı belki ama hikâyenin sonunu değiştirmesi o kadar kolay olmayacak.

‘Son’a doğru yaklaşırken 'demokrasiyi restore etmek' ve 'toplumsal uzlaşıyı sağlamak' vaadiyle halkın önüne yeni siyasal programların getirileceğini kestirmek zor değil. Noktayı Lenin’in veciz ifadesiyle koyalım: “Bir liberalin genel olarak ‘demokrasi’den söz etmesi doğaldır. Bir marksist ise ‘Hangi sınıf için?’ diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır.”