“Birgün de günsüz geçsin” desen de, “dünya”lılardan kaçış yok. Sayayım mı kimilerini: 21 Mart Dünya Şiir Günü, 22 Mart Dünya Su Günü, 23 Mart Dünya Meteoroloji Günü, 24 Mart Dünya Verem Günü, 25 ve 26 Mart’ta iki güncük dinleniyoruz, sonra 27 Mart Dünya Tiyatro Günü... “Dünyan batmış, sen her gün bir kutlamadır gidiyorsun!” diyerek karşıma çıkmaz mı BB (Bertolt Brecht) “Ben de bunun için karşıyım ya! İmdadıma yetiştin usta!” diyerek fırlayıveriyorum ayağa. “Ne o, hortlak görmüş gibi bakıyorsun bana...” diyor BB. Nutkum tutulmuş, kasılmış kalmışım. “Gevşe bakalım, otur” diyor, aklaşmış çatık kaşlarla bana dik dik bakarken “Çağırıp duruyorsun bizi kuyruğun sıkışınca, bir hokus pokus ha?! Che ile Ulrike’ye de öyle mi yaptın, okudum yazdıklarını...” “Ustam, neler diyorsun?! Ölüleri nasıl çağırayım? Hem inanmam öyle ruhlara muhlara...” “Demek ki bilinçaltında ağırlıyorsun bizleri, düşlerinde ya da... Neyse, sen şimdi boşver bunları. Açıkla. Niçin burdayım?” “Ay ustam, tam sözünü ediyordum, siz de, hani, bunu duyar duymaz, belki...” “Uzun etme, anladım 27 Mart nedeniyle. Peki, neden ben?” “Ustam, bunu sen de söylersen yani...” “Sor: Tiyatro kimin işine yarıyor şimdilerde? Yanıt: Başta ezenlerin. Kimin işine yaramalı: Eziklerle ezilenlerin...” “Ustam tam kavrayamadım da, şey...” “Dinle: Ezikler; belki biraz danışıklı dönüşüklü, biraz rica minnet, hani zar zor bir biçimde idare ederler, sürdürebilirler yaşamlarını da, ya ezim ezim ezilenler?” “Oh be! Tiyatro işte onlara yapılmalı, ustam benim!” “Dur, öylesine genelleştirip basitleştirme konuyu, ayrıntıları var...” “Sen BB, üç sınıfa mı ayırıyorsun insanları: Ezenler-ezikler-ezilenler diye?...” “Söyleyeyim, ama önce iyi bir püron varsa ver, özledim...” “Yok” demeden, bir sigara uzatıyorum. O da “kalsın” diyor. İçemezsin zaten, diyorum içimden... “İşçi sınıfı, örgütlenmesi, ne alemde sizde?” diye soruyor. “DİSK var” diyorum. “Ne(ler) yapıyor?” “Demeçler veriyor, basın duyuruları gönderiyor...” “Tiyatrosu?” “Bilemiyorum...” “İşçi Oyunculara Gözlem Sanatı Üstüne Söylev’den, o uzun şiirimden bir kurgu yapar, okursun meydanlarda 27 Mart’ta?... İstiyoruz sizden, çağımız aktörlerinden- yıkma çağının aktörlerinden ve doğaya ve insan yapısına egemen olma çağının aktörlerinden- artık kendinizi değiştirmenizi ve insanın dünyasını bize olduğu gibi göstermenizi: İnsan eliyle yapıldığını ve değişime açık olduğunu. (...)Ve işte burada, sizler, işçilerin aktörleri, hem öğrenirken, hem öğretirken, oyununuzla girebilirsiniz çağınız insanının tüm kavgalarına. Ve böylece, çalışmanın ağırbaşlılığı ve bilginin coşkunluğu içinde, yardım edebilirsiniz, kavga deneyimini ortak deneyime dönüştürmeye ve bir tutkuya dönüştürmeye adaleti. (Çeviri: A.Kadir-Gülen Fındıklı)

“Brecht Usta,” diyorum yüzüne karşı, “ölümünden bu yana 60 yıl geçti. Bugünlerde olsaydın, sanırım o görkemli şiirlerini yazmayı sürdürürdün ve bir de artık tiyatrodan çok sinemaya ağırlık verirdin belki? Baksana şu film işine. Aynı gün bir sürü yerde gösterime girebiliyor bir film. Çok daha kitlesel bir olgu...” “İyi de, hepsinin yeri ayrı...” diyor.

“The Dresser(Giydirici) filminin ilki 1983 tarihli, Albert Finney ve Tom Courtenay’in sıradışı oyunculuklarıyla... İkincisi 2015 yapımı. İngiltere’de, Hitler Faşizmi yukardan tiyatroya bombalar yağdırırken, izleyici salonu tümden doldurmuş, Kral Lear sahnede. Anthony Hopkins(Sir), Ian McKellen(giydirici-yardımcısı) Filmde geçen şöyle bir konuşma: ‘Unutulmak, er ya da geç, o da olacak... Oyuncular yalnızca diğerlerinin anılarında yaşarlar. Dünyadaki en güzel şey anımsanmaktır...’” “Göz yaşartıcı!” diyor BB. “Eleştiriyor musun?” diyorum. “Duygu yüklüsün. Peki. Sen benim o kısacık Tiyatro şiirimi de anımsa ama” diyor: ‘Çıkın ışığa, Buluşabilenler, Sevindirebilenler, Değişebilenler...’” (çeviri: Kerem Çalışkan)