Yarın 27 Mart. “Kazık” dedimse, içinde “düş kırıklığına uğramak var, bile bile.” Tiyatro Eleştirmenleri Birliği-Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi’nden alıntılarla kazık’lı söyleşmemi sürdüreyim. Bildiriden şunlar: “Alacakaranlığın eşiğinde duruyoruz. Oysa tiyatro, bizi o eşikten geçip aydınlık günlere ulaştırmak için gerekli en önemli araç…” Demek ki, o aydınlık günlere “tiyatro aracılığıyla” ulaşılamıyor, “eşikten içeri adımımızı atamıyoruz,” diyerek ilerleyelim: “Akademisyenlerin toplumsal barış için girişimlerinden dolayı üniversiteden uzaklaştırıldığı, bu nedenle ülkedeki en köklü tiyatro bölümlerinden birinin neredeyse kapanma noktasına geldiği…” derken, önce 1986 yılı Ekim ayına gidiyorum. Yargı ile 10 günlük turne için Ankara Sanat Tiyatro’sundayız. Ancak oyun benzersiz bir ilgiyle “olay”a dönüşüyor; değil Ankara’dan, örneğin Edirne’den, çevre illerden insanlar geliyor akın akın. 2-3 kez izleyenleri biliyorum da oyun sonrası kutlamaya gelenlerden biri çok şaşırtıyor, oyunu 11 kez izlediğini söylüyor. Yargı, o zaman sığası(kapasitesi) 370 olan salonda, yanlara sandalyeler eklenerek her gösterimde yaklaşık 400 izleyiciyle 47 gün kapalı gişe sürüyor. Gündüzleri; katıldığım söyleşilerle, toplantılarla geçiyor günlerim. Unutulmazların içinde A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi(DTCF) var. Sevda Şener okula gelmemi istiyor, öğrencilerle derse giriyorum. Yargı, derken, konuşmalar toplum-sanat, içerik-biçim üzerine yoğunlaşıyor. Birkaç gün sonra da sabah İnci Gürbüzatik’le TRT’de Radyo izlencesine katılıyor oradan, bu kez Sevinç Sokullu’nun çağrılısı olarak yine ver elini DTCF Tiyatro Bölümü diyorum… Diğer öğretim görevlileriyle de tanışıyorum üniversitede. Anımsıyorum; Şener’in, özellikle Sokullu’nun bende bıraktığı izlenim salt sahne değil de onu var edenlerdi; çağdaş tiyatro düşüncesini alımlayacak, yeni yaratıları var edecek gizilgücün (potansiyelin) bilgi-birikim-deney üçlüsünde yattığı, bu nedenle ana başlıkların dünya, toplum, siyaset, yazın, müzik, sinema, resim vd. olması zorunluğu üzerine açtıkları tartışımalar daha dün gibi aklımda duruyor; gözlediğim ve duyumsadığım, öğretmenler ve öğrenciler arasındaki bilinçli duygudaşlık da!

Şener, Sokullu, artık aramızda değilse de DTCF Tiyatro Bölümü o günlerden, yeni yetişen değerli öğretim görevlileriyle geldi bugünlere, en iyi okullardan biri olarak, parmak ısırtan bir nitelikle. Peki şimdilerde? Basından değineyim yakın tarihte olan bitenlere: “Ankara Üniversitesi DTCF’nin Tiyatro Bölümü’ndeki akademisyenler, ihraç edilen meslektaşlarının görevlerine iade edilmesini talep ederek şu açıklamayı yaptı: 686 sayılı KHK ile Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü öğretim elemanları Prof.Dr.Selda Öndül, Prof.Dr.Tülin Sağlam, Prof.Dr.Beliz Güçbilmez, Dr.Elif Çongur ve Araştırma Görevlileri Ceren Özcan ve Şamil Yılmaz kamu görevinden ihraç edilmişlerdir. 679 sayılı KHK ile ihraç edilen Doç.Dr. Süreyya Karacabey ile birlikte, akademik kadromuzun önemli bir çoğunluğunu oluşturan yedi meslektaşımız görevlerinden alınmış bulunmaktalar. Türk Tiyatrosuna kazandırdıkları eserler ve değeri ölçülemez katkıları ile uzun yıllardır birlikte çalışmaktan onur duyduğumuz hocalarımızın terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca, ‘devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan kişiler’ tanımıyla akademiden ihraç edilmelerinin adalet ve vicdanla açıklanabilecek yanı yoktur. Türkiye Üniversitelerinin geneline yayılan KHK yoluyla ihraçlar bilim ve sanat üretimine karşı bir tasfiye operasyonuna dönüşmüştür. Özgür düşüncenin kaynağı olması gereken üniversitelerin KHK’larla yönetilmesi kabul edilemez...”

Neyi kutlayacağız da mutlanacağız acaba? 27 Mart ha, ne kazık ama!