Bir darbeyle gelen “bayram”, diğer darbeyle gitti. İlkini “devrim” olarak karşılamış bir kuşak vardı, ikincisinde bir kuşak telef oldu. Olan yine memlekete oldu elbette

27 Mayıs:  İhtilâl coşkusu!

Memleketin darbeler tarihi enteresan: İlk darbe, 27 Mayıs 1960’ta yapılan, sevinç çığlıklarıyla karşılanıyor. 1971 muhtırası, sonrasında çok acı getiriyor. 12 Eylül derseniz, memleketin başına gelmiş en kötü şey. Sonrasındaki “postmodern darbeler”i ve birilerinin diline pelesenk olmuş, mağduriyetlerini güçlendiren “darbe girişimleri”ni hesaba katmıyorum bile… Bu hafta, 27 Mayıs’a birkaç gün kala, o dönemi kurcalamak isterim: Şarkılarıyla, “sevinç”leriyle, coşkusuyla bir darbenin anatomisi!
6 Temmuz 1962 tarihli Milliyet gazetesine bağlanayım. Ömer Sami Coşar - Abdi İpekçi imzalı “İhtilâlin İçyüzü” başlıklı dizinin 41 numaralısından kısaltarak aktarıyorum: “Saat dördü geçmiş, ihtilâli ilan etmesi beklenen Ankara Radyosu’nun sesi çıkmamıştı. Durumu müzakere ettiler.[Orhan] Erkanlı derhal İstanbul Radyosu’nu faaliyete geçirip ihtilâli buradan ilan etmeyi ileri sürdü. Radyoevinin kumandasını eline almış olan Binbaşi Kenan Ersoy yayın odasında, mikrofon başındaydı. Plak dolabına koşmuşlar, kilitli bulmuşlardı. Fakat bereket versin o gece yayın kapanırken çalınan İstiklal Marşı plağı kaldırılmamış, masa üzerinde unutulmuştu. Zaten o gün en fazla lazım olan plak da bu değil miydi?”
İstiklal Marşı’nın çalınmasını müteakip, 04.36’da, 27 Mayıs ihtilâlinin ilk duyurusunu okundu. Sonrası, Ankara Radyosu stüdyolarından yükselen bir anons: “Dikkat… Dikkat… Muhterem vatandaşlar, radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetleriniz’in sesi bir dakika sonra size hitap edecektir.” Burada sözü geçen “ses”, Albay Alparslan Türkeş’in tok sesi: “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.”

“Kahrolası diktatörler…”
27 Mayıs öncesinde hazırlanan, Turizm ve Enformasyon Bakanlığı tarafından yayımlanan bir kağıt plak, ihtilâlin simgesi. Ön yüzünde, Anıtkabir’de bayrak değişimi yapan askerlerin fotoğrafı olan ve “ikinci cumhuriyet”e selâm çakan[fotoğrafın üzerinde şu yazıyı okuyoruz: “Salute to the Second Turkish Republic”] bir plak bu. Muhteviyatı, iki kayıttan müteşekkil: “İstiklal Marşı” ve “Gazi Osman Paşa Marşı”. İlki bildik, ikincisi farklı.
Hatırlatayım: 27 Mayıs öncesinde, Demokrat Parti iktidarı “vatan cephesi”ni kurarken, buna karşı çıkanlar, “Osman Paşa Marşı”nın sözlerini değiştirmiş, 555K olarak anılan ve memleketin ilk sivil itaatsizlik eylemlerinden biri olarak nitelendirilen Kızılay buluşması sırasında söylemişlerdi: “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı// Türk gençliği korkmam diyor/ Etrafımı yıkmam diyor/ Atatürk’ün evlatları/ Hak yolundan çıkmam diyor…” Elimdeki kağıt plakta bir koro tarafından seslendirilen bu marş, yumuşatılmış sözlerle, Behiye Aksoy tarafından da bir taş plağa kaydedildi: “Olur mu böyle olur mu?/ Kardeş kardeşi vurur mu?/ Hürriyete susayınca/ Türk gençliği hiç durur mu?” Marşa birazdan geri döneceğim ama tam bu noktada, Nâzım Hikmet’in (70’lerin sonunda Timur Selçuk tarafından bestelenen) şiirini anayım: “Beyazıt’ta şehit düşen/ Silkinip kalktı kabrinden/ Ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını/ Yıktı Şahmeran’ın mağarasını…” Ahmet Kaya’dan bildiğimiz bir Enver Gökçe şiirini de iliştireyim yanına: “Hay bu nasıl devrân?/ 28/ Nisandı/ Yavri/ Hey!/ Ham/ Meyveyi/ Kopardılar/ Dalından.” 28 Nisan 1960’ta, üniversite gençliği Beyazıt’ta toplanmış, Turan Emeksiz bu protestolar sırasında öldürülmüştü.
“Osman Paşa”ya döneyim… 27 Mayıs sonrasında, Ruhi Su dâhil pek çok şarkıcının repertuvarına aldığı bu muhayyer kürdî marş, dalga dalga yayılarak dönemin simgesi oldu. İhtilâl sırasında Adana’da olan Zeki Müren, bu marşı, 4 Haziran’da başladığı İstanbul programında seslendirdi. O dönemde gazetelerde yayımlanan ilanda şöyle deniyordu: “Tepebaşı Bahçesi’nde her akşam Zeki Müren kahraman Türk ordusunun ve asil Türk gençliğinin hürriyet marşı vatan türküsü ‘Osman Paşa’ tablosunu mehter refakatinde takdim etmekle şeref duyar.” Ancak Müren, ilanın yayımlanmasını müteakip sıkıyönetim tarafından yapılan bir uyarı sonucu bu marşı söylemeyi brkmak durumunda kaldı. Ordu, sonrasında da Zeki Müren’i sıkıştırdı. O dönemde radyoda söylediği “Yeşil ördek gibi daldın göllere” türküsündeki “Ne sen beni unut ne de ben seni” dizesini Menderes’i anma olarak nitelendiren subaylar, sanatçıyı sorguya çekmişti.
Haziran 1960’ta, İstanbul Radyosu Kumandanlığı, “inkilap hareketlerinin mânâsını belirtecek marş yazılması” için bestecilere davetiye çıkarttı. Pek çok besteci bu çağrıya olumlu yanıt verdi ancak ortaya çıkan marşların hiçbiri yaygınlaşamadı. Aynı tarihlerde, Münir Nurettin Selçuk, konserlerini, kendi yazdığı marşla bitiriyordu: “Türk milleti gençliğiyle, ordusuyla el ele…” Örnekler bunlarla sınırlı değil. Behiye Aksoy’un seslendirdiği “Osman Paşa Marşı” plağının arka yüzündeki şarkının adı, “Zafer Yolu”. Aynı dönemde yayımlanan Nuri Sesigüzel plağında rastladığımız A. Nail Bayşu imzalı şarkı ise şöyle: “Türk ordusu geçti başa/ Yaşa şanlı ordu yaşa/ Hürriyeti verdin bize/ Türk ordusu binler yaşa// Türk ordusu hazır oldu/ Gece saat üçü vurdu/ Yirmi yedi Mayıs günü/ İçimiz sevinçle doldu…”
27 Mayıs, uzun süre Anayasa ve Hürriyet Bayramı olarak coşkuyla kutlandı. Bu “bayram”ı (1 Mayıs’ta kutlanan Bahar Bayramı’yla birlikte) ortadan kaldıran, 12 Eylül darbesiyle memleketin başına geçen Kenan Evren ve arkadaşları oldu. Bir darbeyle gelen “bayram”, diğer darbeyle gitti. İlkini “devrim” olarak karşılamış bir kuşak vardı, ikincisinde bir kuşak telef oldu. Olan yine memlekete oldu elbette. Zamanında coşkuyla karşılansa bile 27 Mayıs’ın izleri sonrasında memleketi etkiledi; diğer bütün darbeler gibi.