İstanbul Film Festivali dolu dolu geçti. Her festival öncesinde kendi kendime klasikleri seyredeceğim derim ama sonra gider, yeni filmleri izlerim. Gelenek değişmedi. Yine Preminger toplu gösterisine filan hep heves edip gitmedim .

Önce belgeseller ve belgeselimsiler:

Vatanım (Irak Yıl Sıfır)

Beş buçuk saatlik, iki bölümden oluşan bu belgesel sanırım festivalin en çok iz bırakan filmi oldu bende. Filmin yönetmeni, kameramanı, kurgucusu ve yapımcısı Abbas Fahdel, Fransa’da yaşayan bir Iraklı sinemacı. Mart 2003’te Irak’ın ABD tarafından işgalinin hemen öncesinde Fransa’daki sinema eğitimine ara verip, Bağdat’a geliyor. Yakın ailesini, abisini, yeğenlerini vs. savaşa hazırlanırken filme alıyor. Başka Iraklılarla da görüşüyor; savaş başladığında, çocukların gönderileceği kırsal kentlere gidiyor. Ayrıca televizyondan görüntülere yer veriyor. Çıkacağı kesin olan bir savaşı beklemek... İnsanlar yine de morallerini yüksek tutuyor, erzak depoluyor, su kesintilerine önlem olsun diye kuyular açıyor. Irak’ın başında zaten bir bela var: Saddam Hüseyin’in kanlı, zorba rejimi. Bu rejim muhalefete nefes aldırmamış. Yönetmenin ailesi de rejime kurban vermiş ki içlerinde siyasi nedenlerle öldürülen 13 yaşında çocuklar da var. Amerikan ambargosu, Irak’ı perişan etmiş. Üniversite mezunları edindikleri mesleklerde geçinemeyecekleri için tarımda çalışıyor. Yıllarca süt gibi temel gıda maddeleri bulunamamış, entelektüeller çocuklarına bakabilmek için evlerinde sütünü sağabilecekleri keçi gibi hayvalar beslemişler. Birkaç kuşak eğitim alamamış.

Öte yandan her yerde Saddam var: Okul kitaplarında, şarkılarda, televizyonlarda... Ülkesini savaşa hazırlamaya çalışıyor. Filmde bir kişi şöyle diyor Saddam dönemi için: “Şizofreniktik, göz önündeyken Saddam’ı destekler, sonra arkasından eleştirirdik.” Bu ikiyüzlülüğün utancı da insanlara sinmiş. Saddam rejiminin güçlü bir direnç sergilememiş olması da bir utanç kaynağı. Fakat Saddam’ın düşmesine sevinmiş çoğu, savaşa karşı çıksalar bile.

35-iff-festivalden-kalanlar-129070-1.

Savaştan sonrası, ilk başta fazla bir değişiklik yok gibi gözüküyor. Her yerde dolaşan Amerikan askeri araçları dışında. Sonra yıkımın büyüklüğü yavaş ortaya çıkıyor. Her yerde Amerikan askerleri var ama kanun ve düzen yok. Şüphelendikleri an ateş açan Amerikan askeri nedense yağmacılara ses çıkarmıyor. Yağmacılar bütün devlet binalarını yakıp yıkıyorlar. Ortada bir devlet kalmıyor, anarşi hüküm sürüyor. Petrol bakanlığı dışında! ABD bir tek o bakanlığı koruyor!

Güvenlik kalmayınca insanlar silahlanıyor. Akşam olunca sokağa çıkmak imkansız hale geliyor. Kadın ve çocuklar için yanlarında kendilerini koruyabilecek bir erkek yoksa gündüz çıkmak da imkânsız. İnsan kaçırmalar, cinayetler sıradan hale geliyor. Saddam rejimi sırasında bastırılan dinciler başlarını kaldırmaya başlıyor. Abbas Fahdel, film çekimi sırasında bir yeğenini serseri bir kurşuna kurban veriyor. Ve bu çektiği filmlere 10 yıl boyunca bakamıyor bile. Sonra “bir mezarlık” dediği bu filmle kendi tabiriyle “yasını tutuyor”. Bugünün Irak’ını ise savaştan sonraki ilk aylara göre “bin beter” olarak tanımlıyor. IŞİD işte buralardan çıkıyor ki Fahdel’in bazı akrabaları IŞİD rejimi altında yaşıyor şu anda. Şu ana kadar birçok ödül alan film, Ankara Film Festivali’nde de yönetmenin katılımıyla gösterilecek.

Göçmen krizi ve Lampedusa Adası

Lampedusa, Sicilya’nın güneyinde, Afrika’ya yakın bir İtalyan adası. Nüfusu 5.000 kişiden oluşuyor. Bu adaya dair iki belgesel vardı festivalde: Berlin’de Altın Ayı’yı alan “Denizdeki Ateş” ve yine birkaç ödülü olan Avusturyalı yönetmen Jacob Brossman’ın belgeseli “Lampedusa’da Kış”. İki filmin benzerlikleri ve farklılıkları var. Denizdeki Ateş filmin merkezine 10 yaşındaki Lampedusalı bir oğlanı koyuyor. Film boyunca onun sapan yapışını, sapanıyla oynayışını, kaktüsleri oyarak “heykeller” yapışını, tembel gözünü tedavi etmeye çalışmasını filan görüyoruz. Onun yanı sıra oğlanın ailesi de perdeye yansıyor. Yemek yapışları, kalamar avlayışları vesaire.35-iff-festivalden-kalanlar-129071-1.

Öte yandan denizde facialar yaşanıyor. Adaya binlerce göçmen ulaşmaya çalışıyor. Çürük teknelerde yapılan bu yolculuklarda günde ortalama 5-6 göçmen ölüyor. Gemi batmasa bile gemilerde koşullar çok kötü. Yeterince parası olmayanlar, geminin havasız, mazota bulanmış bölgelerinde seyahat ederken canlarını yitiriyor. Gemilerin batması da yeterince sık rastlanan bir durum.

Film, mesafeli bir yerden göçmenlere de bakıyor. Can çekişen ya da ölü göçmenler görüyoruz. Askeri teknelerde syahat izni almayı başaran yönetmen bu avatajını kullanarak bizi bu ölüm teknelerine yaklaştırıyor. Fakat hiçbir göçmeni birey olarak tanıtmıyor. Hiçbiriyle söyleşi yapmıyor. Göçmenlerin adalılarla karşılaşması da yok filmde. Bir tek adadaki bir doktor görev icabı muayane ettiği, otopsi yaptığı göçmenlerden acıyla söz ediyor.

Peki, bu iki ayrı dünyayla yönetmen ne söylemek istiyor? Filmini Lampedusalılara neden adıyor? Adadaki kamplardaki kötü koşullardan, oralarda çıkan isyanlardan neden bahsetmiyor? Ben pek bilemedim. Verebileceğim cevaplar da beni tatmin etmedi.

Brossman’ın filmi de göçmenlerden hiçbiriyle söyleşi yapmaması ya da hiçbirini birey olarak tanıtmamasıyla “Denizdeki Ateş”e benziyor ama “Lampedus’da Kış” farklı bir film. Bu filmde adalılar Rosi’nin bize gösterdikleri kadar yalnız yaşamıyorlar. Balıkçılar grev yapıyor, adanın Sicilya’yla bağlantısını kuran özel gemicilik şirketinin duyarsızlıkları ile mücadele ediyorlar. Göçmenler de birlikte direniş yapıyorlar. Adada ya da İtalya’da kalmak istemediklerinden burada parmak izlerinin alınmasına karşı mücadele ediyorlar. Anladığım kadarıyla göçmenler, mültecilik başvurusunu nerede yaparlarsa orada kalmaları gerekiyor. Buna karşı direniyorlar. Öte yandan bu filmde de Lampedusa hakkında merak etmediğim, ilginç de bulmadığım başka bir sürü şey var. Bunları yönetmene sorduğumda, hayatın göçmenlerin gelmesiyle hiç de başkalarının iddia ettiği gibi değişmediğini göstermek için koyduğunu söyledi. Göçmenleri tanıtamaması ise onların bunu istememesinden kaynaklanıyordu. İki filmden de yine de benzer bir duyguyla çıktım: Lampedusa hakkında merak etmediğim çok şey öğrenmiş, göçmenlere ve yaşadıkları drama dair ise çok az bilgilenmiştim. Ama yönetmenler de bana, “bilgi arıyorsan araştırmacı gazetecilere başvur, bize değil” diyebilirler. Bu da onların hakkı.

Köpeğin Kalbi

Bir başka belgesel sayılabilecek film de Laurie Anderson’un “Köpeğin Kalbi”ydi. Anderson yakın zamanda birçok kayıp yaşadı: Kocası Lou Reed’i, annesini ve köpeğini kaybetti. 11 Eylül’den sonra da kenti New York çok değişti. Anderson bu kayıplarını belki de üzerine en kolay konuşabildileri olan New York ve köpeği Lolabelle üzerinden anlatıyor en çok. Kocası Lou Reed sadece bir fotoğrafta bir kez görünüyor ve filmin sonunda şarkısıyla yer alıyor, annesi ise yine sonda anılıyor. Filmin kesif melankoli duygusu beni etkiledi. Fakat filmin Budist felsefeye fazlasıyla daldığı yerlerde etkisi azaldı.

Francofonia

Sokurov’un Francofonia’sı da belgesel sayılabileceek bir filmdi. Louvre Müzesi’nin Alman işgali sırasında başına ne geldiği ya da gelmediği filmin merkezindeydi. Naziler, Fransa’nın kültürel mirasını korumak için büyük çaba harcamışlar. Aynı çabayı iş Rusya’ya gelince göstermemişler, Leningrad’daki Hermitage Müzesi’ni bombalamaktan kaçınmamışlar. Nazileri hep yaptıkları soykırımla, kötülüklerle biliyoruz. Peki kimileri aristokrat olan ve sanat düşkünü bu Nazi subaylar nasıl yaşıyorlardı. Nazi devletinin gündelik işleyişi nasıldı? İnsan merak etmiyor değil. Louvre’un başına getrilen Nazi subayı bir soylu. Nazileri sanki Almanya’yı işgal etmiş bir çete gibi görüyoruz çoğunlukla. Ama faşizm asıl gücünü dayandığı sermaye ve aristokrat sınıfından alıyordu. Akla Passolini’nin “Sodom’un 120 Günü”ndeki soyluları geliyor. Onlar da muhakkak ki yüksek sanattan anlayan ve sanat eserlerini korumak için ellerinden geleni yapacak olan insanlardı.

Yüce Sezar!

Konulu filmlerde benim için öne çıkanların başında Coen kardeşlerin “Yüce Sezar!”ı geliyor. 1950’lerin Amerikasını ve Hollywood’unu tiye alan bu filmde Coen kardeşlerin elinden kimse kurtulmuyor. Buna o dönem büyük baskılara maruz kalan, hakları yenilen komünist yazarlar, senaristler de dahil. Onlarla da dalga geçilmesini bu haksızlığa katkı olarak görmek mümkün ama ben bu dalga geçmenin içinde sempati gördüm. Ya da bana öyle geldi. Coen’lere “Casuslar Köprüsü” ve “Deephan”a verdikleri ödül nedeniyle kızgınım aslında. Ve muhtemelen ben haksızım, Coenlerin sosyalistlere sempati duydukları falan yok. Fakat yine de bu konuda Marksist terminolojiyi kullanacak kadar bilgililer. Neyse bu işi çözeriz bir gün. “Yüce Sezar!” da ben eğlendim kısacası.

Ansızın

Aslı Özge ve değişmez görüntü yönetmeni Emre Erkmen artık sinemada istediklerini yapabileceklerini “Ansızın” ile kanıtlıyorlar. Ellerinin altındaki mecraya son derece hakimler, tempoyu, atmosferi, gerilimi istedikleri gibi kontrol edip, seyirciyi ellerinde tutmayı beceriyorlar. “Ansızın”a bir tür gerilim filmi diyebiliriz sanırım. Defne Joy Foster’in Kerem Altan’ın (Ahmet Altan’ın oğlu) evinde ansızın ölümü ve Altan’ın hemen ambulans çağırmayışı günlerce gazetelere konu olmuştu. “Ansızın”da bu olay Almanya’ya uyarlanmış. Film, Alman karakterler arasında ve Almanya’da geçiyor. Filmin ilk bölümü ölümden sorumlu tutulan karakterin çevresi tarafından nasıl yalnız bırakıldığını gösteriyor. İkinci bölüm ise aynı karakterin bu kez ipleri eline almasıyla gelişen olayları anlatıyor. Bu bölüme dair bir çekincem var fakat. Filmlerde her şeyin kahramanın planladığı gibi gitmesi ve insanların tam da kendilerinden beklediği gibi davranmaları beni hep rahatsız eder. Burada da aynı duyguyu yaşadım. İkinci bölüm başlı başına sürprizdi ama sürprizin işleyişi sürpriz içermiyordu. Ne demekse.

Filmin perdeye yansıttığı karakterlerin birbirleriyle ilişkilerindeki güvenilmezlikleri ve kaypaklıkları kesif bir karanlık yayıyor. Belki bu kesif karanlıkta bir iki pırıltı da olsaydı diye de düşünüyorum. Belki bir iki komik sahne...

Seyrettiğim 30’a yakın filmden bende en çok kalanlar bunlar. Nice festivallere!