Kabul ediyorum. Kendimden söz etmekten hoşlanıyorum. Aylardır burada kendimin hikâyelerini anlatıp duruyorum. Geçmiştekilerin, şimdikilerin, mehdi gibi gelecek ve yeniyi kuracakların hikâyelerini yazıyorum. Bizden olmayan başkalarının hikâyelerini kendime mal ettim. Hayatı onların yaşadıklarından çaldım, öğrendim, anlattım. Yaşanılan haliyle bir hayat, anlatılan haliyle bir hayata benzemez. Yeats boşuna, Ne zaman bir şarkıyı yeniden yapsam, İhanettir onu bilen dostlara, Çünkü bilirim şarkı değil, Kendimdir aslında yeniden yaptığım, diye yazmamış.

Kendime dair durmadan anlattıklarım, evvela yalnızlığıma son veriyor, sonra deneyimlerimi yayıyor, en son ise beni yeniden yaratıyor. Kötü hikâyelerim de var. Kendimin, halkımın çok utandığı sayfalar, dönemler, eylemler var, yaşanmış, inkârdan gelmek olmaz. Bunları anlatmak istemiyorum. İyilik, bir de umut lazım hepimize.

Her insanın hayatında çok hikâye saklıdır. Her insan karmaşık ve ilginçtir. İnsan, makinelerin her şeyi yönettiği çağda dahi hâlâ çözülmemiştir. Her insan olağanüstü bir hayat ayaşadığına, anlatacak büyük hikâyelerinin olduğuna inanır. Hikâye anlatma çağımızın salgınıdır. Gerontolog, antropolog, narratolog çağımızda mesleğini icra ederken hep hikâye anlatıyor. Her birimiz aynı anda, yazar, kahraman, anlatıcı ve okuru olduğumuz bir hayatı yazıyoruz. Ben niye yazmayayım.

Hikâyeler sadece dürüstlük, adalet ve ahlak dersi değil, başka şeyler de öğretirler. Kurumuş ağaçların, korkutucu ormanların, vahşi hayvanların, sessiz bitkilerin, uğuldayan rüzgârların, taşan suların, yıkılmayan dağların, dinmeyen yeraltı ırmaklarının da seslerini duyurur. Böylece kendimizi tanırız. İnsan, akıllı akılsız, canlı cansız, tüm varlıkların toplamıdır. Kısacası hikâye öyle bir tablodur ki, içinde hepimiz kendimizi buluruz.

Başkalarının benim hakkımda anlattığı hikâyeler benimdir. Başımıza gelen terteleye dair ilk düşüncelerim oluştuğunda bir yaşlımız, bu mesele başka, bunla uğraşma, dedi. Birkaç yıl sonra, sana ne oluyor, kırımı kim görmüşse onlar yazsın, Haydaranlılarla Demenanlılara bırak, deyiverdi. Ben usulca toplamaya ve yazmaya devam edince, bu meseleler dünyada ve memlekette konuşulur hale gelince ise, en büyük hizmet insanın kendi geçmişine, kültürüne, köklerine yaptığıdır, diyerek -biraz da gururla- konuştu. Kırım olayları korku, sansür, suskunluk, içe atma, kendini ve neslini koruma duygusu yaratmıştı. Yaşlı adam görmüştü, biliyordu, korkuyordu. Onun benle yaptığı bu konuşma, hiç kimselerin bilmediği aramızdaki bu özel diyalog, aslında yıllarca etrafımızı kuşatan toplumsal korkunun, politik ortamın da dışavurumu ve acıklı hikâyesiydi. Kendimiz hakkında, yaşlı bir adamın bir gence anlattığı bu hikâye, bir büyük hikâyenin bir parçasıydı.    
Bizi biz yapan, her birimizin ve hepimizin toplamının hikâyesi çok eskidir. Kökü bin yıl vardır. Tebriz ellerinde adında koca Haydar’ın adı, tacında on iki imamın başlığı, namına Şah derler bir İsmail çıkmış. Osmanlı, artık yalnız Ehl-i Küffar’a karşı değil, Ehl-i Rafz’a karşı da fetva salmış. Asıl hikâyemiz, ol fetvanın mühründe yazılıdır.

Uzun uzun anlatmaya pek değen bu hikâye, sözü fazla uzatmayayım 4 Mayıs 1937’de toptan kırım kararı ile nihayete vardı. Tam üççeyrek yüzyıl boyunca resmi diller ve sözler kilitli, anne, baba ve çocuk arasındaki konuşma lâldı.

Nihayet sürülmemiş bir yol açıldı, 4 Mayıs anma günü oldu. Bir ırmak ağzında, sakin bir dere yatağında, yankısız bir vadide, Berlin’de veya Halvori kayalıklarındayız. Otuz sekizin bir kuytuda kesilmiş seslerini dinliyoruz hep beraber. 24 Nisan gibi, 2 Temmuz’a çok benzer bir büyük acıyı artık her 4 Mayıs’ta hatırlıyor, kayıtsız gidenlerin hikâyelerini anlatıyoruz kendimize, birbirimize, başkalarına.