Türkiye'nin siyasi tarihinde 30 yıl arayla, 1980 ve 2010'da, iki 12 Eylül darbesi yaşandı. Kuşkusuz, emek tarihi ile sol ve aydınlanma tarihi açısından birincisinin kapsamı, şiddeti ve kalıcılığı hiçbir darbeyle karşılaştırılamaz. Ama anayasacılık tarihimiz açısından her iki 12 Eylül de meşum (uğursuz) tarihler olarak belleklere kazındı.

40 yıl sonra 12 Eylül ve mirası

12 Eylül 1980 askeri darbesi 40 yılını doldurdu. Benim ömrümün yarısından fazlası; nüfus çoğunluğunun tüm ömrü veya fazlası. Eğer darbe olduğunda 10 yaşından küçük olanları dikkate alırsak, bu kapsamdaki nüfusun bugünkü toplam nüfusa oranı yüzde 75,7'dir. Hadi biraz insaflı davranıp 45 yaş eşiğinin altını kapsasaydık nüfusun yüzde 69'unun, 40 yaş altını alsaydık nüfusun yüzde 62'sinin, 12 Eylül öncesinin siyasal/toplumsal ortamınına dair izlenimlerinin ancak sonradan öğrenilmiş bilgilerle sınırlı olacağını görürdük. Demek ki, 12 Eylül 1980'den söz ederken toplumun genç ve orta yaş kuşağının hemen hemen tamamı için doğrudan yaşanmamış bir tarihsel kesitten söz ettiğimizi hesaba katmalıyız.

Aslına bakılırsa 25 yaş altı kuşağın, yani nüfusun yüzde 39'unun da AKP öncesi dönemi, o dönemin siyasal yapısını hatırlaması beklenemez. Önemsiz değil, çünkü tüm üniversiteli kuşağı ve yeni mezunları kapsamakta. Dolayısıyla nüfusun çok önemli bir bölümünün çocukluk ve gençliğinin toplumsal olarak şekillendiği dönem, AKP'nin sivil darbeler rejimi öncesine geçemiyor. Hatta AKP rejiminin ikinci 12 Eylül olarak siyasi tarihimize kazıdığı 12 Eylül 2010 Referandumu'nu doğrudan yaşanmış bir gerçeklik olarak anlamlandırabilmenin başlangıç yaşı dahi bugün hiç olmazsa 25 yaş üstüne işaret ediyor.

Özetle, Türkiye'nin siyasi tarihinde 30 yıl arayla, 1980 ve 2010'da, iki 12 Eylül darbesi yaşandı. Kuşkusuz, emek tarihi ile sol ve aydınlanma tarihi açısından birincisinin kapsamı, şiddeti ve kalıcılığı hiçbir darbeyle karşılaştırılamaz. Ama anayasacılık tarihimiz açısından her iki 12 Eylül de meşum (uğursuz) tarihler olarak belleklere kazındı. Birincisinin doğrudan uzantısı 1982 Anayasası idi; ikinci darbe, "demokratiklik" maskesi altında, en anti-demokratik ve en ikiyüzlü olanıydı ve uzantısında 2017 otoriter düzenlemesi olacaktı. Şimdi biraz daha ayrıntılı bakalım.

NİÇİN 1980'DE BİR ASKERİ DARBE?

Türkiye 1970'lerin ikinci yarısında bir ekonomik krize girmeye başlamıştı. Döviz dengelerinde sorunlar ve ithalat sıkıntıları yaşanmaya, enflasyonist eğilim hızlanmaya başlamıştı. Sendikal örgütlülük bakımından tarihsel olarak en güçlü dönemini yaşayan işçi sınıfı, krizin yükünün enflasyon aracılığıyla ücretlere yıkılmasını kabullenmemiş ve 1977 sonrasında kapsamı genişleyen hak arama mücadelelerine girişmişti. Sermaye sınıfı bu gelişmelerden, özellikle ücret payının kâr payı lehine geriletilememesinden çok rahatsızdı. Büyük sermaye bu rahatsızlığını dönem sonunda artık gazete ilanlarıyla duyurma aşamasına geçmişti. Bu arada emperyalist kışkırtmaların da sahnede olduğu bir sağ-sol çatışma ortamı körüklenip duruyordu.

Bu ortamda CHP hükümetince 1978'de hazırlanan Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın (1979-83) sanayileşme hedefleri iç sermayenin öncelikleri arasında bulunmuyordu; ama dış sermaye (ve sistemin IMF, DB gibi uluslararası mali kurumları) böyle bir yönelişe temelden karşıydı. Nitekim 4. Plana verilen yanıt 24 Ocak 1980 kararlarının dayatılması olacaktır.

Dördüncü Plan, törpülenmiş nihai versiyonunda dahi, uluslararası finans kuruluşlarını rahatsız edecek nitelikteydi. Planın Giriş bölümünde, "IV. Plan döneminde imalat sanayii teknoloji yaratma yolunda önemli aşamaları geçip, ileri ve rekabetçi bir sanayi yapısının temellerini oluşturacaktır. Yeni sınaileşme, sanayi girdileri bakımından ulusal olanaklara daha çok dayanacak, genelde ara ve yatırım malları üretimine yönelecektir". (...) "Bu gelişme modeli içinde, ülkede: - Kamu yönetiminde ve kamu işletmelerinde demokrasiyi güçlendirici, verimi ve etkinliği artırıcı düzenlemeler yapılması, -Halk girişimciliğinin ve kooperatifçiliğin desteklenip yaygınlaştırılması ve et- kinleştirilmesi (...) amaçlanmaktadır". (...) "Özyeterlilik, dış dünyaya sağlıklı açılım, toplumsal adalet ve yüksek gelir düzeyi IV. Plan dönemini, önceki dönemlerden ayıran temel nitelik farklılıkları olmaktadır"(s. 3-4) görüşlerine yer verilmekteydi. IMF ve DB, bu planın finansmanına katkı vermeyi baştan reddettiler.

Buna karşılık, uluslararası sermaye 24 Ocak 1980 Kararlarıyla şunları dayatmaktaydı:

-Yüksek oranlı bir devalüasyon yapılıp günlük kur ilanı uygulamasına geçilmesi; -KİT ürünlerine yüksek oranlı zamlar yapılması, fiyat denetimlerinden vazgeçilmesi, sübvansiyonların sınırlandırılmış; -destekleme kapsamındaki tarım ürünleri ve destekleme alımları sınırlandırılması; -dış ticaretin serbestleştirilmesi; ithalatta koruma oranlarının düşürülmesi, ihracatın çeşitli yollarla teşviki; - kâr transferlerine kolaylık getirilmesi ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi.

Kararların yazılı olmayan yönü ise, bölüşüm ilişkilerinin çok kuvvetli bir biçimde emek ve tarım üreticileri aleyhine döndürülmesi olacaktır. Üstelik böylece iç talebin kısıtlanması (talep yönetimi) üzerinden ihracata açılmanın zorlayıcı koşulları da yaratılacaktır.

24 Ocak Kararları, özetle, ülkenin "ileri ve rekabetçi" bir sanayi yapısına ulaşması şöyle dursun, mevcut sanayi altyapısının korunmasını dahi zora sokan bir dışa açılma programıydı. Dünyada hiçbir ülke, kendi sanayisini korumadan ileri sanayi ülkesi konumuna gelememiştir; ama askeri yönetim ve onu izleyen Özal iktidarı, iç pazarı savunma refleksini bile gösteremeyen yerli sermayeyi de yanlarına alarak, uluslararası sermayeye yaranma konusunda birbirleriyle yarışmışlardır. Bunların yapılabilmesi yani ülkenin dış egemen güçlerin çıkarları ekseninde yön değiştirmesi ve içerde emekten sermayeye doğru çok kuvvetli gelir transferlerinin yapılabilmesi için, 12 Eylül askeri diktasının örgütlediği devlet şiddeti ve zorba meşruiyet inşası kaçınılmazdı.

BAZI SAPTAMALAR

24 Ocak Kararları, yüksek örgütlülük düzeyi ve mücadele pratiği içinden gelen bir sendikal/siyasal direniş ortamında uygulanamazdı. 12 Eylül askeri rejimi bu nedenle iç ve dış sermaye çevrelerinin ortak talebine dönüşmüştü.

Bununla birlikte, sendikaların ve siyasi partilerin bunca kapsamlı yasaklara konu yapılması, mevzuatın bu radikallikte altüst edilmesi muhtemelen iç ve dış sermayenin beklentilerinin biraz üzerinde bir radikallikte gerçekleşmişti; burada, sisteme yaranmak için dozu artıran Eylülist paşaların "özgün katkılarını" yok saymamak gerekir.

Uluslararası finans kuruluşlarının hazırladığı ve yönettiği liberalleşme programı (istikrar ve yapısal uyum) ve bunun özelleştirme bölümü, başlangıçta yerli sermayenin ufkunun ötesindeydi. Dev KİT'lerin özel sektöre geçişini 1980 başlarında talep etme cüretine sahip değildi. Özal'ın ANAP'ıyla birlikte on yılın ikinci yarısında bu cüret artacak ama gene de dev KİT'lerin özelleştirilmesi 21. yüzyıla yani AKP dönemine kalacaktır.

Türkiye'yi bir an önce küresel sömürü ağına bağlamakta acele eden uluslararası sermayenin yerli sermayeyi arkadan itmesi durumu, sadece 1980 başlarından itibaren dış ticaretin liberalleştirilmesi üzerinden değil, 1989'da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi üzerinden de uygulamaya konulacaktır. Böylece Türkiye, iktisat politikalarında "üçlü imkânsızlık" setine sıkışacak ve izleyen ekonomik krizlerin boyutu büyüyecektir.

Özal iktidarının uluslararası finans kuruluşlarından daha cüretkâr ve iştahlı olduğu bir alan ise, "arz yönlü iktisat" taklitçiliği bağlamında (dönemin Thatcher ve Reagan politikalarına özenerek) devletin küçültülmesi ve esasen yetersiz olan vergi yükünü (sermaye kazançlarına yeni vergi indirimleri yaparak) daha da aşağıya çekmesidir. Bunun sonucu, 1980'lerin ikinci yarısından itibaren iç borçlar ile dolaylı vergiler ve fon yükünün hızla yükselmesi ve 1990'ların kamu maliyesi krizinin tohumlarının ekilmesidir.

Türkiye 12 Eylül 1980 sonrasında dünya kapitalizminin sofrasına yeni bir çerez olarak sunulmakta, adı konulmamış bir sanayisizleşme sürecine sokulmaktaydı. Ama tarımın, turizmin ve büyük ticaretin de salt yerli sermayenin girişimine bırakılmayacağı giderek anlaşılacaktır.

Yabancı sermayeye karşı iç pazarın savunulmasında son koruma kaleleri olan KİT’lerin 1986 sonrasında ama özellikle AKP döneminde haraç mezat elden çıkarılması ve diğer özelleştirme alanlarının devreye sokulmasıyla, uluslararası tahkimin kabulüyle, artık ülke ekonomisinin dış dünya karşısında iyice savunmasız bir konuma geçiş süreci tamamlanacaktır.

ANAYASAL SÜREÇTE KOPUŞ

1982 Anayasası, demokrasiyi kurumsallaştırmaya çalışan 1961 Anayasası yerine devlet otoritesini pekiştirmeye yönelen anti-demokratik bir darbe Anayasası olmuştur. 1982 Anayasası'nın değiştirilmesi tartışmaları erkenden başlayacak, 1983-2016 arasında 24 değişiklik girişimin 18'i sonuca ulaşarak yürürlüğe girecektir. Bu 18 değişikliğin 11'i (artı 2017'nin kapsamlı dönüşümü) AKP dönemindedir. AKP, 12 Eylül rejiminden sonra kendi hukukunu oluşturmaya bu kapsamda yönelen ikinci siyasi hareket olacaktır.

1982 Anayasası'nda 2010 öncesinde yapılan değişiklikler genelde Anayasa'nın görece demokratikleştirilmesi ve AB'ye uyum süreçlerinin çalıştırılmasına yönelik olmuştur. 1982 Anayasası demokratikleşme yönünde değişse de, AKP iktidarı bu Anayasa'ya karşı süren olumsuz yargıyı sömürerek, kendi özel gündemi doğrultusunda giriştiği 2010 ve 2017 Anayasa referandumlarına gerekçe oluşturacaktır. 2010 Anayasa değişiklikleri, "yetmez ama evetçi" liberallerin ve AB yöneticilerinin önüne atılan yemlerle süslenerek "piyasaya" sürülecek, ama işin özünde yargıyı yürütmeye bağlamanın yeni düzeneklerini getirecektir. Anayasa Mahkemesi yasama sürecinin son denetim halkası olmaktan çıkarılacak; HSYK (HSK) yapısı değiştirilerek yargıç ve savcılar üzerinde baskı kurulması sıradanlaştırılacak, daha önemlisi Yargıtay ve Danıştay’ın yapılarıyla oynanması mümkün kılınacaktır. Bu anlamda 12 Eylül referandumu, anayasacılık tarihimizin kara günlerinden biri olacaktır.

Nitekim 2017 dönüşümünün temelinde hem 2010 değişikliği hem de 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi'nin sömürülmesi bulunacaktır. 2017 Anayasası, güçler ayrılığı açısından bakılırsa, 1961-1982 Anayasalarının sürekliliğinde bir kırılmadır. Getirdiği yeni idari ve siyasi yapılanmayla artık hukuken ve fiilen "güçler birliği" yoluna girerek otoriter bir rejimin anayasasını oluşturacaktır. Artık yürütmenin yasamaca denetimi neredeyse olanaksızlaştırılmıştır; Anayasa Mahkemesi'nin yasama denetiminin bir parçası olması kısıtlanmıştır. Esasen Anayasa hükümlerine uymamanın dahi yaptırımının olmadığı bir siyasi/hukuki düzene geçilmiştir. Bu bakımlardan ortada tam bir anayasasızlaştırma süreci vardır.

SONUÇ: SİSYFOS DÖNGÜSÜ MÜ?

Türkiye bir anlamda bugün de 1978 kavşağında karşılaştığı ikilemle başbaşadır. 1978'de sorun, çubuğun, yenilenen bir ithal ikameci sanayileşme yönünde (4. Plan) değil de, dışa açılmacı ve bağımlı bir büyüme modeli yönünde bükülmesiyle çözülmek istenmişti. Dördüncü Plan'ın öngördüğü sanayileşme modelinin arkasında DPT Müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve ekibi vardı, dolayısıyla CHP'nin resmi belgesiydi. TİP'in "Demokratikleşme İçin Plan, 1978-82" çalışması da, bağımsız ve bölüşümcü sanayileşme/kalkınma politikalarının daha radikal bir örneğiydi. Sosyalist hareketlerin bütününü de bu safa koyabiliriz.

Neoliberal ve bağımlı ekonomik programın arkasında IMF, DB, TÜSİAD, Kemal Derviş, Turgut Özal ve bilumum sağ kanat dizilmişti ve onlara asıl gücü 12 Eylül'ün darbeci paşaları verecekti. 40 yıllık neoliberalleştirme ve dışa açılma/saçılma/bağımlılaştırma programları sonrasında ulaşılan sonuç tam bir fiyasko olacaktır. Gerçi bu yolun tıkandığına dair çok güçlü belirtiler 2001 kirizinde zaten ortaya çıkmıştı. Ama sistem, at değiştirerek (ülkeyi dinci siyasete teslim ederek) aynı yola devam kararı almıştı. Şimdi o yolun da sonuna gelinmiş bulunuyor.

Bugünkü saflaşmada ilginç değişiklik ise, artık güncel CHP'nin birinci grup içinde yer aldığının söylenememesidir. CHP ekonomi yönetimi, neoliberal tezlere yakındır. İttifak ilişkileri bunun daha vurgulu hale getirilmesinin gerekçelerini de üretebilecektir. (Zaten Ecevit, son başbakanlığı döneminde, IMF ile 2000'de kapsamlı bir standby programını başlatarak, artık 1978 noktasında olmadığını göstermişti).

Sosyalist sol, Dördüncü Plan veya "Demokratikleşme İçin Plan" vizyonlarının kuşkusuz daha ilerisini hedeflemekte, sosyalist bir program doğrultusunda çalışmaktadır. Hocamız Bilsay Kuruç ise, "21. Yüzyılda Planlama" seminerleri çerçevesinde yıllardır bir karınca çalışkanlığıyla, toplumsal ve ekonomik kalkınmayı planlı bir gelecek temelinde inşa etmenin yoğun çabasını hiç aksatmadan sürdürmektedir.

Türkiye'de 2018-2019 yıllarını vurduktan sonra 2020 yılının küresel salgınıyla yeniden şiddetlenen ekonomik kriz, neoliberal düzenleme rejiminin olduğu kadar AKP rejiminin de tükeniş çanlarını çalmaktadır. Bu tükenişten daha koyu bir neofaşist düzenlemeye geçilmesi olasılığı gerçekleşirse, bu, iktidarın tutunma "başarısından" ziyade siyasal ve toplumsal muhalefetin başarısızlığı hanesine yazılacaktır.