Geldiğimiz yer 29 Ekim 1923’ten 29 Ekim 2017’dir. Vade 2023 olarak kesilmiştir. Her şeye karşın var edilmeye çalışılan laik demokratik Cumhuriyet gelenekleri, kurumları ve yapıları bir bir yok edilmekte, sembolleri itibarsızlaştırılmaktadır. Bu tam anlamıyla bir karşı devrim sürecidir

5'inci kez uzatılan OHAL: Cumhuriyet’le hesaplaşma ve karşı devrim süreci

Umut Yorulmaz

6771 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 11 Şubat 2017 tarih 29976 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmasının ardından 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum sonucunda kabul edildi. Yasaya göre HSK’nin yapılanması ve Cumhurbaşkanı’nın bir siyasal partiye üye olabilmesinin yolunu açan değişiklikler hemen yürürlüğe girdiler, seçimlere dair hükümler ilk Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin yapılacağı takvim başlangıcında, devletin yapılanmasına ilişkin olan büyük bir kısmı ise bu anayasa değişikliği hükümleri uyarınca seçilecek Cumhurbaşkanı’nın göreve başlama tarihinde yürürlüğe girecekler. İlk seçimin 2019 Kasım’ında yapılacağı ise neredeyse kesin.

Değişiklik hükümleri uyarınca mevcut Cumhurbaşkanı hemen iktidar partisine üye oldu ve arkasından yapılan genel kurul sonucunda parti başkanı seçildi. Yani şu andaki Anayasaya göre tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı artık iktidar partisinin genel başkanı. Yine değişiklik sonrasında hemen HSK yapısı da değiştirildi ve iktidar ile değişiklik koalisyonu ortağı siyasi partinin genel başkanının belirlediği kişiler HSK üyesi seçildiler, 2014 Ekim’inde siyasi iktidar tarafından seçtirilen HSYK üyelerinin birçoğu tasfiye edildi. Bu Anayasa değişikliği ile Türkiye ilk kez kadro durumuna bakılmaksızın yasa ile belirlenen Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine tanık oldu. Hatta kanuna karşı hile yapılarak, Yargıtay ve Danıştay üye sayılarının giderek azaltılması öngörülmesine karşın önce eksik kadrolara normal seçim yapılıp arkasından HSK üyelerinin Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine atamaları yapıldı. Bu arada yargının tarafsızlığı ilkesinin yürürlük tarihi de 2019 yılı sonuna bırakıldı. Başka bir deyişle mevcut Anayasa’ya göre 2019 yılı sonuna kadar yargının tarafsız olma yükümlülüğü yok.

Bu uzun girizgâhın amacı hiç gerekli olmadığı halde Cumhurbaşkanı’nın siyasi partiye üye olması ile HSK değişikliğinin yürürlüğe girmesine karşın genel olarak devletin literatürde yer almayan, kimsenin ne olduğunu anlayamadığı, kervanın yolda düzülmesinin öngörüldüğü Cumhurbaşkanlığı sistemine göre yapılandırılmasına ilişkin değişiklik hükümlerinin halen yürürlükte olmadığının tespitine yöneliktir.

Yani 16 Nisan referandumu ile kabul ettirilen Anayasa değişiklikleri yürürlüğe girmemiştir.

Ne var ki Anayasa değişikliği ile gerçekleştirilmesi düşünülen yasal düzenlemeler büyük çoğunluğu 694 sayılı OHAL KHK’si olmak üzere 20 Temmuz 2016 tarihinden bu yana çıkarılan OHAL KHK’ları ile bir bir yapılmıştır. Diğer bir söyleyişle Anayasa değişikliklerinin gerektirdiği düzenlemelerin neredeyse tamamı KHK ile yapılmıştır ve şu an henüz TBMM onayından geçmeyen bu kurallara göre devlet işletilmektedir. İşletilmektedir diyoruz çünkü piyasacı bir devlet yönetiminin varlığına dikkat çekmek istiyoruz.

İlk olarak söylemek gerekir ki yapılan OHAL KHK düzenlemelerinin tamamı mevcut Anayasaya aykırıdır. Zira mevcut Anayasa halen parlamenter demokrasiyi öngören kurallar içermektedir. Cumhurbaşkanı halen ‘Cumhurbaşkanı’dır, henüz her şeyin başı değildir. Fakat OHAL KHK’leri devleti tamamen Cumhurbaşkanı’na bağlamıştır.

İkinci olarak mevcut Anayasa’da OHAL ilanı tabii afet, ekonomik bunalım ve şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması gibi sebeplere bağlıdır. OHAL beşinci kez uzatılmıştır.

Halihazırda iktidarı kullanan siyasi parti on beş yıldır Türkiye’de her şeyi belirleyen, kontrol eden bir partidir, Genel Başkanı da Cumhurbaşkanı’dır. O zaman OHAL ilanı sürecine nasıl gelinmiştir, neden hala devam ettirilmektedir sorusunun cevabının verilmesi gerekir. En azından hükümetin OHAL koşullarına gelinmesindeki sorumluluğunun tartışılması bir zorunluluktur. Şu an Türkiye’de dillendirilmeyen bir ekonomik kriz vardır, yatırım yoktur, gelir dağılımı bozuktur, asgari ücret açlık sınırının altındadır, tarım yok edilmiştir, saman dahi ithal edilmektedir, sanayi ve teknoloji üretim ilişkisinden çekilmiş vaziyettedir, yurttaşın kesesinden yaptırılan köprülerin zararı yine yurttaşa ödettirilmektedir.

Tabii afet Türkiye’de siyasi iktidarın ormanları, tarım alanlarını, doğayı katletmesi şeklinde tezahür etmektedir.

Şiddet eylemlerinin yaygınlığı ise OHAL ilanının öncesinden daha az değildir. Ayrıca siyasi iktidar Suruç, Ankara Gar ve aynı dönemde gerçekleştirilen diğer katliamlarda OHAL ilan etme gereksinimi duymamıştır.

Türkiye’de bir 15 Temmuz darbe girişimi vakası gerçekleşmiştir. Fakat 15 Temmuz’un failleri olarak gösterilenler 15 yıllık iktidarın besleyip büyüttüğü, onca yıldır demokrat ve Cumhuriyetçi aydının uyarısına rağmen ısrarla koruduğu yapı ve kişilerdir. Yetkililerin açıklamalarına göre de 17 Temmuz 2016 tarihi itibariyle de duruma vaziyet edilmiş, tehlike ortadan kaldırılmıştır. 15 Temmuz 2016’dan bu yana tehlikeli görünen yüz elli bine yakın kamu görevlisi mesleklerinden çıkarılmış, elli bine yakını tutuklanmış, yüzlerle ifade edilen dernek, vakıf, gazete, televizyon, üniversite kapatılmıştır.

Cevaplandırılması gereken sorular
Yine o zaman demek zorundayız. O zaman OHAL hâlâ neden uzatılıyor. Anayasa’nın 119 ve devamı maddelerinde koşulları açıklanan OHAL’ın sürdürülmesinin sebepleri nelerdir, sorumluları kimdir, OHAL kime karşı ve ne maksatla sürdürülmektedir. Bunlar mutlaka cevaplandırılması gereken, gerekirse yeniden ve ısrarla sorulması gereken sorulardır.

Eğer bu sorular cevaplandırılamıyorsa siyasi iktidarın kendi varlığını korumak, baskılarını sürdürmek için OHAL’da ısrarcı olduğunu söyleyebiliriz. Başka türlü Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Anıtı’nın halen ve neden “gözaltında” olduğunu, bir polis timinin geceli gündüzlü oradan neden konuşlandırıldığını açıklayamayız. (Görevlendirilen polis memurlarının hallerinden ve durumdan hiç memnun olmadıklarını, kendilerini kötü hissettiklerini, sendikaları olsaydı haksız ve hukuksuz emirlere karşı koyabilme güçlerinin olabileceğini de söylemek lazım)

İç Güvenlik Paketi olarak anılan düzenlemeler ile siyasi iktidar şiddet olaylarına karşı birçok önlemi alabilecek güçte iken OHAL’e neden ihtiyaç duyduğu sorusu içinde bulunduğumuz kaotik durumu anlamamıza yarayacak diğer bir anlamlı sorudur. Yargının, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın önceki özgürlükçü ve hak temelli içtihatlarından döndüğü de gözetildiğinde baskının devamına yönelik bütün tedbirlerin ve müdahalelerin yargı denetiminden kaçırılmak istendiği bütün çıplaklığı ve korkunçluğu ile karşımıza çıkmaktadır.

Son dönemde soruşturmaya konu edilenlerin FETÖ değil insan hakları savunucuları, anamuhalefet partisi ve genel başkanının avukatı, TBMM’de grubu bulunan partilerin milletvekilleri, akademisyenler, gazeteciler olduğu, yasaklamaların ise Nuriye-Semih protestoları, müfredatın İslamlaştırılması, siyasi iktidarın bilimsel ve laik eğitimden vazgeçmesine tepki gösterileri olduğu düşünüldüğünde bu tespit doğruluktan çok bir gerçekliktir.

Yani OHAL siyasi iktidarın hukuk, demokrasi ve adalete karşı sığınacağı güvenli limandır. Siyasi iktidar gibi düşünmeyen, adalet duygusundan, hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı, yargıçlık güvencesi ilkelerinden ödün vermeyen, yargının siyasi iktidarın baskılarına karşı örgütlenmesinden yana tavır koyan yargıçlar, savcılar bunun için sürgün edilmekte, mesleklerinden koparılmaktadır. İradesi hilafına, yasaya aykırı olarak bir yargıç ve savcının görev yerinin değiştirilerek emekliliğe zorlanması aslında meslekten çıkarmanın bir yöntemidir. Hem de yargısal denetimden kaçarak, hiç kimseye hesap vermek zorunda kalmadan meslekten çıkarma yöntemidir. Öyleyse net olarak söyleyebiliriz: Türkiye Cumhuriyeti Devleti hukuka uygun şekilde yönetilmemektedir!

Artık anmalarda kimlerin konuşacağına ya da konuşmayacağına, TBMM’den hangi yasaların “isteseniz de istemeseniz de” ne zaman, nasıl çıkacağına iktidarı kullanan siyasi partinin Genel Başkanı karar vermekte, üslup ise “sen kimsin” düzeyindedir. Zira üslup sorunlara bakışın ve çözümün nasıl olacağına dair bir yöntem, politik bir gelecek öngörüsünün işaretidir.

Siyasi iktidarın Cumhuriyet ve laiklik ile bir hesaplaşmaya girdiği bizzat kendi temsilcilerinin dillendirdiği, “demokrasi treninden” tutun “reklam arasına”, “genç kızımız seni dinlemez ama hoca efendiyi dinler”e varan ifadelerle dışa vurulmuş, kamuoyuna ilan edilmiştir. Müftülere evlendirme yetkisi verilmesi basit bir evlenmeyi yapacak mercilerin çoğaltılması, mütedeyyin insanların ayrıca dini nikâh yapması zorluğundan kurtarılması meselesi değildir. Bu açıkça dinin, din adamlarının yaşamın içine belirleyici olarak sokulmasıdır. Bunlara koşut olarak müftülükler ve milli eğitim müdürlüklerinin okullarda değerler eğitiminin imamlara verdirilmesi protokolü de sadece bir dinin değil belli bir mezhebin düşüncelerinin, inançlarının insanlara ortak değer olarak dayatılmasıdır. Belli inanç sistemi dışındaki inançların ötekileştirilmesi, yok sayılmasıdır.

1923'ten 2017'ye geldiğimiz nokta…
Geldiğimiz yer 29 Ekim 1923’ten 29 Ekim 2017’dir. Vade 2023 olarak kesilmiştir. Her şeye karşın var edilmeye çalışılan laik demokratik Cumhuriyet gelenekleri, kurumları ve yapıları bir bir yok edilmekte, sembolleri itibarsızlaştırılmaktadır. Bu tam anlamıyla bir karşı devrim sürecidir. Nuriye-Semih ve tüm haksız ve hukuksuz yere işten atılanların işlerine geri dönmeleri, bilimsel ve laik eğitimin yeniden inşası, ancak laik, demokratik Cumhuriyet’in varoluşu ile sağlanabilir. Medeni hukuk bir Cumhuriyet kazanımıdır. Siyasi iktidar bunun bilincindedir ve niteliklerini söylediğimiz Cumhuriyet’i yok etmeyi bunun için istemektedir.

Hoyratça işletilen karşı devrim süreci, demokrasiyi ve laikliği içselleştirmiş, inanç temelli oluşumlara itibar etmeden, Cumhuriyet’in bir bireyi olarak kendi yaşam tarzından ödün vermeyen, yoksullaştırma, eğitimsizleştirme ve yoksullaştırma politikalarına karşı duymayı yurttaşlık görevi sayan bireyleri, sivil toplum örgütlerini tasfiyeyi şiar edinmiştir. Bu tasfiye kimi zaman ihraç, kimi zaman şantaj, tehdit, korkutma, kimi zaman hapsetme, bazen çalışma haklarını elinden alma, medeni ölüme terketme şeklinde tezahür etmektedir.

Eğer Türkiye’de özgür, mutlu, eğitimli, ahlaki değerleri üstün, refah içinde yaşayan çağdaş bir birey olmak istiyorsak, bilimsel ve laik eğitim hakkına sahip çıkmalıyız, yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve yargıçlık güvencesi ilkelerinin bizim yaşam garantimiz olduğunu kavramalıyız. Her 29 Ekim’de hukukun üstünlüğüne dayalı, emek, hak, özgürlük ve eşitlik temelli laik demokratik Cumhuriyet var olduğu sürece bizlerin de yeryüzünde insan olmaktan kaynaklanan tüm haklarımızı kullanabilecek biçimde, güvenceli, eşit ve özgür bir yaşam süreceğimizi bilmek zorundayız. Bunun için de yakın zamanda 2019 seçimleri değil 2019 Kasım’ından önce yeniden parlamenter rejime geçişin yol ve yöntemleri konuşulmalıdır.