Bugün dünyada görülen göçmenlik ve göç olgusunun esas nedeni ve sorumlusu, emperyalist devletler ve onların yürüttüğü politikalar. Bu bağlamda, göç ve göçmenlerle ilgili her tartışma, en temelinde bu gerçeğin ifşasıyla başlamalı ve bu sorundan kaynaklı tüm sıkıntıların sorumlusu ve suçlusu olarak, emperyalist devletler görülmeli. Dolayısıyla buradaki (olası) öfkemiz de devletlere ve emperyalistlere karşı olmalı, göç edenlere değil…

5 Maddede göçmenlik ve gericilik

Serhat HALİS

Afganistan’dan Türkiye’ye doğru ivme kazanan göç dalgası, bir süredir ülke gündemini meşgul ediyor. Sokaktaki yurttaştan, gazeteciye, politikacılardan, akademisyenlere kadar uzanan geniş bir yelpazede tartışılıyor bu. Tabiri caizse sabahtan erken kalkan, bu meseleye dair fikir beyan etmekten geri kalmıyor.
Ancak bu beyanların neredeyse tamamı gerçeğin sadece bir yarısını görüp, öteki yarısına kör kalıyor. Haliyle gerçeğin geri kalan yarısı, her iki taraf için de yanlış ve kabul edilemez olarak kodlanıyor. Bu atmosfer içinde bir anda “faşist”, “ırkçı” ya da “liberal” oluveriyorsunuz.

Gündelik basit bir gözlemle dahi bu meseleye dair yürüyen tartışmaların, diyalektik bir zeminden yoksun olduğu anlaşılıyor. Mesele, ya güdük siyasal tartışmalara malzeme ediliyor ya da kişisel vicdan tatminine indirgeniyor. Haliyle meseleyi buradan okuyanlar, kendileri için kullanışlı olan yanından tutarak yorumluyor. Oysa göç ve göçmen meselesi, olguyu oluşturan tüm ayaklarıyla değerlendirilen nesnel bir tespite ihtiyaç duyuyor.

1) Göçlerin Sorumlusu Kim?

Çağımızdaki “göçmenlik”, kapitalist üretim ilişkilerinden ve dünyanın kapitalist devletler tarafından sömürüldüğü gerçeğinden bağımsız olarak değerlendirildiği anda, yanlış tespite giden yoldaki ilk kapı da açılmış oluyor. Emperyalist devletlerin; petrolüne, verimli topraklarına, çeşitli zenginliklerine çöktüğü; üzerinde kendi silahlarını denediği ve eski silahlarını (birbirlerini öldürsünler diye) sattığı yoksul herhangi bir ülke, zamanla; açlığın, gericiliğin ve vahşetin kol gezdiği bir toprak parçasına dönüyor.

Bu, son 300 yıldır tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önünde duran bir gerçek. “Beyaz adamın” topraklarını işgal edip, zenginliklerine el koyarak köleleştirdiği “kara suratlılar”, o günden sonra gün yüzü görmedi adeta. Gezegeni sömürerek kendine bir cennet yaratan emperyalist Batı, dünyanın geri kalanında insan kalitesi ve onlara dayattığı yaşam biçimiyle bir posa bıraktı.

Bu posa; içinde acıların, yoksulluğun, savaşların, hastalıkların, ilkel yabancılaşmanın olduğu bir habitasyon aslında. Bu berbat habitasyon, şu veya bu nedenle bir süre sonra katlanılamaz boyutlara ulaştığında, kurtuluşu göç etmekte arayan yoğun insan popülasyonlarıyla karşılaşıyoruz. Bu göç ise, kendi atalarının sömürüsü üzerinden zenginleşmiş ve müreffeh bir hayat yaşayan Avrupa’ya ve Amerika’ya doğru oluyor elbette.

Bugün dünyada görülen göçmenlik ve göç olgusunun esas nedeni ve sorumlusu, emperyalist devletler ve onların yürüttüğü politikalar. Bu bağlamda, göç ve göçmenlerle ilgili her tartışma, en temelinde bu gerçeğin ifşasıyla başlamalı ve bu sorundan kaynaklı tüm sıkıntıların sorumlusu ve suçlusu olarak, emperyalist devletler görülmeli. Dolayısıyla buradaki (olası) öfkemiz de devletlere ve emperyalistlere karşı olmalı, göç edenlere değil…

Ayrıca göçmenlik gibi bir olgunun insanlığın yaşamından çıkmasını savunmak temel bir diskur olmalı. Zira göçmenlik teknik olarak sömürünün bir sonucu. Göçmenliği savunduğumuz anda, sömürünün kendisini de meşrulaştırmış oluyoruz.

Ancak göçmenliğe karşı olmakla göçmene karşı olmak aynı şey değil. Zira göçmenliğin sorumlusu ve yaratanı göçmenler değil, göç olgusuna neden olan odaklar, yani düzen ve devletlerdir. Bir sorunun çözümü, sorunun kaynağındadır. Dolayısıyla göç sorununun nedenine değil, o denenden olumsuz şekilde etkilenen sıradan insana beslenen öfke, sonuç alıcı olmayacağı gibi, mantıksız bir tavırdır da.

2) Göç Edenle Yerli Olan Arasındaki Siyasal-Kültürel Farklar

Doğadaki eşitsiz gelişim yasası, toplumları da eşitsiz geliştiriyor. Bu bağlamda çeşitli emperyalist müdahaleler ve başkaca eşitsiz gelişmeler nedeniyle; bazı toplumlar, diğer bazı toplumlardan daha “geri” olabiliyor. Bu, insanlık tarihinin ilk anından günümüze kadar devam eden bir süreci ifade ediyor. Üstelik bu süreç sanılanın aksine insanlığın doğal akışını içine alan bir çepere sahip. Her toplum birbirine bağımlı ya da bağımsız değişkenler nedeniyle farklı bir gelişim seyri yaşıyor. Bu anlamıyla, “geri” ve “ileri” toplumlar, “geri” ve “ileri” insanlar şeklinde çeşitli kategorilerin olması doğanın yasaları gereğidir.

Bu bağlamda göç eden toplumlarla göç edilen yerdeki yerel toplumlar arasında kültürel, inançsal, eğitimsel ve sosyal açılardan çeşitli farklar bulunur. Bu durum, örneğin Avrupa’daki Türkiyelilerde, ya da Türkiye’deki Afgan ve Suriyelilerde açık şekilde gözlemleniyor.

Özellikle Müslüman göçmenlerle yerel halk arasında sosyal ve inançsal farkların varlığı çoğu zaman kaçınılmaz sorunlar yaratıyor. Zira Ortadoğu sosyo-kültürel yapısı erkektir, orada kadın yoktur. Bunun için Taliban ya da ÖSO olmaya gerek yok, sıradan bir Ortadoğulu’nun dünyası bunun üzerinden yeşermiştir. Bu bağlamda Müslüman göçmenler ile göç edilen yerdeki topluluklar arasında çoğu zaman çözümsüz çelişkiler baş gösteriyor.

Hatırlayın yakın zamanda, İsviçre’ye yerleşen kadın, 6 yaşındaki kızını türbanla okula yollamaya çalışmış ve bunu istemeyenlerin ülkeyi terk edebileceğini söylemişti. Benzer şekilde küçük kız çocuğunun, erkek çocuklarla aynı havuza girmesini istemeyen aileler basın açıklaması yapmış, karma havuzların inançlarına aykırı olduğunu belirterek, çocuklarını havuzlara yollamamışlardı İsveç’te. Almanya ve Avrupa’nın pek çok yerinde ise okul yemekhanelerinde domuz ürünleri satılmamasına ve yemekhanelerde sadece helal ürünlerin olmasına yönelik dilekçeler verilmişti.

Türkiye eksik de olsa, burjuva devrim yaşamış ve sosyo-kültürel olarak belirli bir merhale kat etmiş bir ülke. Türkiye; köy enstitülerinden, zorunlu seküler burjuva eğitimden, kadın ve erkek karma bir sisteme sahip, karma sanat ve spor etkinliklerinin düzenlendiği okullardan oluşan bir eğitim geleneğinden geliyor.

Beğeniriz ya da beğenmeyiz ama yere tükürme, yere çöp atma, erkeğin kadınla kurduğu iletişim, temizlik alışkanlıkları, kadının toplum, politika, ticaret hayatındaki yeri, hayvan sevgisi ve insanlarının doğayla kurduğu ilişki, hümanizm, yeme-içme alışkanlıkları, denize girme adabı, başkasının yaşam biçimine saygı gibi mefhumlarda Avrupa’nın çok gerisinde, ancak Ortadoğu’nun ve İslam ülkelerinin çok ilerisinde Türkiye insanı.

Tüm bu bağlamlarda böylesi bir eğitim geleneğinden ve kültürel formasyondan gelmeyen insanların yoğun göçü, göç edenle yerelde olan arasında zamanla sorunların yaşanmasına neden oluyor Türkiye’de de.

5-maddede-gocmenlik-ve-gericilik-904986-1.
İstanbul Zeytinburnu sahilinde Afgan göçmenlerden bazıları geçtiğimiz yıllarda Taliban bayrağı açmışlardı.

3) Göçmenliğin Ekonomi Politiği

Göçmenlik yerli emekçiyi de göçmeni de insani standartların altında bir yaşama zorunlu kılıyor, kalitesiz bir yaşamı dayatıyor. Bu açıdan her iki kesimden emekçilerin birbirlerine düşmanlık beslemesine zemin oluşturuyor. Yerli emekçi göçle gelenin ucuz iş gücüyle kendi işini elinden aldığını görüyor; ancak bunun faturasını ucuz iş gücünden faydalanan patrona değil, göçmen emekçiye kesiyor.

Göçmenlik ucuz iş gücü, sigortasız, hiçbir yasal hakka sahip olmayan, sağlıksız koşullarda çalışan insan demek. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyanın neredeyse her yerinde böyle. Bu bağlamda göçmenlik, insanların aşırı sömürülmesinin bir başka adı.

Göçmenlik, köleci toplumdaki gibi karın tokluğuna çalışan insanların emeği üzerinden, patronların kârına kâr katması demek. Yani göçmenlik, hem yerli emekçinin işsizleşmesi ve hem de göçmen emekçinin karın tokluğuna çalıştırılmasıdır. İnsanların hiçbir yasal hakları ve güvenceleri olmadan, sadece karın tokluğuna çalıştırılması, köleci toplumun ekonomik dizaynıdır. Bu açıdan göçmenlik olgusu günümüzde köle ekonomisinin bir varyasyonudur.

Hatırlayın geçen hafta AKP’den iki isim; Yasin Aktan ve Mehmet Özhaseki, sığınmacıların Türkiye ekonomisini ve sanayisini ayakta tuttuğunu itiraf ettiler.
Sanayide en ağır ve zor koşullarda çalıştıklarını dillendirdiler. Ekonomik olarak büyük çöküş yaşayan Türkiye’de kurtuluşu ucuz iş gücüne, insani olmayan köle çalıştırma sistemine bağlamış bir iktidar var karşımızda.

Yani yoksul İslam ülkelerinden Türkiye’ye doğru akan göç, yalnızca ve yalnızca mevcut iktidarın siyasal yaşamını uzatmaya yarıyor ve patronların çıkarına hizmet ediyor.

4) Türkiye Yol Geçen Hanı Mı, Son Durak Mı?

Avrupa’nın sığınmacı ya da göçmen politikası belli. Avrupa’ya daha fazla göçmen istemiyor. Bunun için de yeni bir politika geliştirdi. Türkiye’deki mevcut iktidarla kurduğu konsensüs gereği, Türkiye’yi bir tampon bölge olarak kullanıyor. Bunun için de çok basit ve aşağılayıcı bir yöntem bulmuş durumda: Türkiye’deki mevcut iktidara rüşvet veriyor ve doğudan gelen her türlü göçü burada absorbe etmesini istiyor.

Bu ise ekonomik ve siyasal çöküş yaşayan mevcut iktidarın, uluslararası alanda ekonomik ve siyasal destek almasına dönüşüyor. Dolayısıyla Avrupa’nın göç politikası, AKP’nin erkini sürdürmesi üzerine bina edilmiş gibi görünüyor. Bu yüzden Avrupa hala AKP’ye destek oluyor, onu kolluyor.

Çok açık, Avrupa kendisine layık görmediğini Türkiye’ye layık görüyor. Kapitalistlerin, kendi yaşam kalitesinden ödün vermemek için yapamayacağı şey yok. Bunun için siyasal İslam’a bile destek verirler ki on yıllarca bunu yaptılar. Türkiye’nin yaşam kalitesi onların umurunda değil. Avrupa Türkiye’yi hem yolladığı çöplerle, hem mevcut iktidara verdiği destekle ve hem de Ortadoğu’dan gelen “geri” insan popülasyonuyla bir cehenneme çeviriyor.

Şurası çok açık Avrupa, Türkiye’de bulunan ve Afganistan’dan geleceği söylenen milyonlarca göçmene kapılarını açmayacak. Birkaç milyon Euro ile bu kapılar her zaman kilitli kalacak. Türkiye’ye, Avrupa’ya geçmek için gelen insanların neredeyse tamamı Türkiye’de kalacak. Bu durum, mevcut iktidarın Avrupa’ya karşı elinde bir tehdit olarak bulundurduğu bir koz aynı zamanda.

Bu yüzden, Türkiye’ye gelen hiçbir göçmen Avrupa’ya gitmeyecek, hepsi Türkiye’de kalacak. Bu açıdan Türkiye bir yol geçen hanı değil, bir son durak.

5) Göçmenler Ve Gericilik Tehlikesi

Son günlerde Afganistan’dan yüzbinlerce insanın Türkiye’ye doğru yol aldığını gösteren videolar sosyal medyaya yansıdı. Tamamı genç erkeklerden oluşan bu insanlar hiçbir sorun yaşamadan elini kolunu sallayarak Türkiye’ye giriyor. Dünyanın hiçbir devletinin yapmadığı şeyi yapıyor şu an Türkiye. Muhafazakâr erkek gruplarına AKP neden sınır kapılarını açıyor, bu bir soru işareti.

Ortalama Afgan erkeğinin inançsal ve düşünsel formasyonu, Taliban’dan farklı değil. Mart 2015 yılında Afganistan’ın başkenti Kabil’de, kent merkezinde güpegündüz, Farkhunda Melikzade dini gerekçelerle, yüzlerce erkek tarafında linç edilmişti. Daha sonra cesedi yakılmış ve en sonunda da cesedinin üzerinden arabayla geçilmişti. Kameralara yansıyan görüntülerde linçe bulaşmayan erkeklerin ise ellerinde cep telefonuyla bu anları gülerek kayıt altına aldıkları görülüyordu. İşin ilginç yanı bunu yapan yüzlerce erkek, Taliban militanı değildi, başkentte yaşayan sıradan Afgan vatandaşlarıydı.

Dolayısıyla yoğun bir göç popülasyonuyla birlikte Türkiye’deki sosyo-politik termodinamik denge İslamcı-gerici bir zemine doğru oturuyor. Türkiye zaten yeterince gericinin yaşadığı ve seküler cenah ile gericiler arasında uzun yıllardır şiddetli bir didişmenin yaşandığı bir coğrafya. Bu anlamıyla Türkiye’de kültürel olarak “Ortadoğulu” ve “Avrupalı” şeklinde ayrıştırabileceğimiz iki insan tipi var. Bunlar, esasında “sekülerler” ve “anti sekülerler” olarak beliriyor. Gelen göç dalgası ise Ortadoğulu lehine dengeyi bozuyor.

Örneğin daha geçen hafta denize giren yüzlerce göçmen erkek, “Allahu ekber” bağrışlarıyla serinledi. Bu insanların hemen hepsi ÖSO ve Taliban sevdalısı. Zeytinburnu sahilinde askeri üniformalı yaklaşık 30 Afgan erkeğinin görüntüleri sosyal medyaya yansıdı. Daha önce aynı noktada Afganlar Taliban bayrağı açmıştı. Geçen yıllarda Cuma namazı çıkışı Fatih’te yaklaşık 300 Suriyeli erkek ÖSO bayrakları açmış ve “Allahu ekber” nidalarıyla yürümüşlerdi. Benzer şekilde “Alevilerin kökünü kazıyacağız” diyen IŞİD komutanı Abdülbasit el Sarut’un cenazesi bir gövde gösterisine dönmüş, binlerce militanın ve sempatizanın katılımıyla Türkiye’den İdlip’e gönderilmişti.

Çok açık ki böylesi bir popülasyonu bağrında taşıyan göçmenler, olası bir seçimde iktidar lehine oy kullanacak vatandaşlara dönüşebilir ya da olası bir kırılma anında iktidar lehine sokaklara dökülen bir cenaha dönüşebilir. Bu göçler, Türkiye’deki “sekülerler” ile “anti sekülerler” arasında belirli bir zemine oturmuş dengeyi, kaçınılmaz olarak “anti sekülerler” lehine bozacaktır.