J. J. Rousseau’nun “tarihte ilk kez bir toprak parcasının etrafinı çitle çevirip burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun kurucusu oldu” tespitini anımsayalım. Rousseau bunları modern zamanlara girerken; 18. yüzyılda söylemişti. Yerkürenin ulus devletler arasında paylaştırıldığı ve her devletin “burası benimdir” diye etrafını modern çitlerle çevirdiği, bunun için kan döktüğü zamanlardı. Ulus devletler yeni düzeni tam olarak mülkiyet üzerine kuracaklardı. Önce ‘vatan’ın tapusu yazılacak, sonra da toprak milletin mensuplarına paylaştırılacaktı. Bütün bunlar modern devlet olmanın gereği olarak yasalarla yapılacaktı. Bu yüzden her modern devlet kendisi için bir tapu yasası yapmıştı ve toprağın ada, pafta ve parsellere bölünmesi de bu paylaşımın tekniğiyle ilgiliydi. Modern devletler için mülkiyet o kadar özel ve önemliydi ki aynı zamanda adaletin de temeliydi.

Kapitalist modernleşme mülkiyeti kutsallaştırıldığı için, mülkiyet hakkı da dokunulamaz olarak kabul edilmiştir. Bu hem ulus devletin toprağı için hem de onun içinde kurulu mülkiyet adaları için böyledir. Gelgelelim bilhassa 20. yüzyıla yayılan kitlesel kırımlar, yangınlar ve göçlerin temelinde açık/örtük ama çoğunlukla mülkiyet meseleleri yer almıştır. Ulus devletlerin nüfus / etnisite politikaları hâkim kimlik içindekilerin mülkiyetini ‘kutsal’, ötekilere ait olanı ise dokunulabilir olarak görmüştür. Bu da ötekilere yönelik her tür müdahaleyi güncel tutmuştur. Dolayısıyla modernizm mülkiyeti kutsallaştırırken, mülkiyetsizlestirmeyi de inşa etmiştir.

Türk modernleşmesinin öyküsü de dünyadaki bu genel eğilimden muaf olmamıştır elbette. 6-7 Eylul 1955 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen hadiseler temelde Türkiye’nin nüfus/etnisite politikalarının bir tezahürüdür ve bu yönleriyle geniş bir literatüre konu olmuştur. Fakat sürecin mülkiyet alanındaki etkilerine dair literatür oldukça zayıftır. Oysa 6-7 Eylül 1955 İstanbul’da bir yanda mülksüzleştirilenler ile mülkiyetleri bir anda katlananlara dair öykülerin iç içe geçtiği çok önemli bir sosyolojik olguya işaret ediyor.

Yıllardır sürdürdüğüm İstanbul’un toplumsal/mekansal tarihi hakkında dinlediğim anlatıların bir kısmı 6-7 Eylül Pogromu’nun mülkiyet öykülerine dairdir. Fakat hemen tüm anlatıların bu kısmı, kayıtdışı uyarısına konu olmuştur. Sanki bu kısmı konuşmamak için örtük bir mutabakat inşa edilmiştir. Bir bakıma “herkesin bildiği bir sır”dır sözkonusu olan. İlginç bir şekilde bu alan akademik çalışmalara da kapalıdır ve gerekçesi de “makul” gibidir: “Mülkiyet mahremdir”.

Mülkiyetsizleştirmede olduğu gibi, bu alanı konuşmamak üzere mutabakat inşa etmede de en önemli ihtiyaç en üst seviyede milli/manevi duyguların inşa edilmesidir. ‘Milli manevi kimlik dışında kalanların mülkiyetlerine dokunmak böylece mümkün hale gelebilir. Türkiye’nin tarihi bu yönde de epey deneyimle yüklüdür ve 6-7 Eylülde olan bitenleri anlamaya da imkan sağlar. 1930’lu yıllarda çıkan dergileri “Ülkümüz, ırkdaşlarımızın saadetidir” ve “Her şeyin üstünde Türk ırkı” sloganları süslüyordu. 1940’lı yıllarda daha keskin bir dil hakimdi: “Türk kanının temizliği”, “asil Türk kanı”, Türk milli ruhu” gibi ifadeler gazetelerin temel vurgusuydu. Hatta asil Türk olmayanların hayat haklarının bulunmadığı, Türk halkının kabaran buğzundan ve felaketinden kurtulmasını sağladığı için azınlıkların, Varlık Vergisine şükretmeleri gerektiği gibi tehdit edici söylemler de basında yer almıştı. Ötekine karşı milli manevi duygu öylesine işlemişti ki İstanbul Postası 5 Temmuz 1950’de ülkedeki lokanta, birahane, kokteyl salonları ile bilinen tüm yiyecek içecek satılan yerlerde yabancı uyruklu garsonların çalıştırmayacağına dair Bakanlar Kurulu kararına yer vermişti. Bu politik iklimde ötekilerin mülkiyetine yönelik müdahale bir ölçüde “normalleşmiş” ve belki de her şey bir tetikleyici habere kalmış gibiydi.

Atatürk’ün Selanik’te dünyaya geldiği evin bombalandığı haberi (ki bunun da planın parçası olduğu sonradan ortaya çıkacaktı) bu işlevi yerine getirmişti. İnşa edilen milli-manevi kimlik ve kurulan plan sonucu binlerce Istanbullu Rum, Ermeni ve Yahudi sadece mülklerini değil mahalle ve şehirlerini de bırakıp gitmek zorunda kalmıştı. 6-7 Eylül örneğinde İstanbul’un ve Türkiye’nin kent hafızası gidenlere ve mülkiyetlerine dair bir envanteri bir gün görünür hale getirir mi acaba? Ya da konuşmama üzerine kurulu örtük mutabakat biter mi bir gün? Güncel siyasi ifadeyle söylersek, ‘helalleşme’ bu alanı da kapsar mı?