1984 tarihli ilginç ve güzel bir ‘soğuk satranç savaşı’ filmi var: La Diagonale du Fou/Tehlikeli Hamleler. Dünya Satranç Şampiyonu Sovyet vatandaşı Akiva Liebskind ile Sovyetler Birliği’nden kaçmış genç usta Fromm, kıyasıya bir mücadele için Cenevre’de buluşur.

SSCB yönetimi, yaşlı Liebskind’in kazanması için elinden geleni yapar. Hatta Fromm’u hipnotize edip yanlış hamleler yaptırmak amacıyla bir ‘parapsikolog’ bile getirirler. Anti-Sovyet taraf da misilleme olarak Liebskind’e büyü yapması için Doğulu bir mistiği salona getirir. Çok hoş bir sahnedir: Kapitalist dünyaya sığınan ve boynunda haç sembolü taşıyan Fromm KGB’nin getirdiği adamın gücüne inanıp krizlere girerken, materyalizmin temsilcisi Liebskind büyücünün el hareketlerine “Ne yapıyor bu manyak?!” dercesine bakmaktadır.

Kalp krizi geçiren Liebskind’in oyunu terk etmesiyle Fromm yeni şampiyon olur. Ama sonuçta önemli olanın Sovyet politikaları ve imajı değil, birbirinden tümüyle farklı iki karakterin hümanizm ve satranç paydalarında buluşabilmesi olduğunu görürüz.

Bugünlerde büyük beğeniyle izlenen Netflix dizisi The Queen’s Gambit/Vezir Gambiti’nde de finali belirleyen maçların ABD-SSCB arasında geçtiği heyecanlı bir hayat ve satranç öyküsü anlatılıyor. 7 bölüm/10 yıl boyunca (8-18 yaşları arası) Elizabeth’in annesinin ölümü üzerine yetimhaneye gelişini, sıkıcı din derslerinden kaçmak için hademenin satranç takımına sığınmasını, 13 yaşındayken bir aileye evlatlık verilmesini, alkolik üvey anneyle yapayalnız kalmasını, gerçek bir satranç takımı ve rakip bulamadığı için ancak hayal dünyasında satranç oynayabilmesini izleriz. Turnuvalara katılıp üstüne para da kazanabileceğini öğrenen Beth eyalet şampiyonluğuna, ülke şampiyonluğuna ve nihayet 1969’da Sovyetler Birliği’nde düzenlenen bir turnuvayla dünya şampiyonluğuna doğru ilerler.

Dizi keyifle izleniyor ama çok rahatsız edici bir boşluk var; devasa bir tarihsel-politik boşluk: 1959-’69 arası ABD’de geçen ve askerlik çağındaki gençlerle dolu hikâyede tek bir defa bile Vietnam’dan söz edilmiyor, Elizabeth’in en yakın arkadaşı siyah bir kız olmasına rağmen o dönem ABD’de yaşanan yoğun ırk ve ideoloji sorunlarına hiç değinilmiyor. Soğuk Savaş yokmuş gibi bir havada ilerleyen anlatıda Kennedy suikasti, ‘68 olayları, Apollo Ay programı gibi dönüm noktaları da yok. Bu Haziran 2013’te Türkiye’de geçen bir hikâyede Gezi’den hiç bahsedilmemesi kadar saçma bir durum…

Dizinin uyarlandığı kitap yayımlandığında -1983- The Washington Post’ta şöyle denmiş: “Bu satranç hakkında değil, insan ruhunun kendiyle mücadelesi ve katlanabileceği korkunç izolasyon düzeyiyle ilgili bir roman.” Tarihsel boşluk zaten tam da bu yüzden rahatsız edici hale geliyor; mesele tekil insan ruhu değil onu biçimlendiren koşullar olduğu için, karakteri ‘59-’69 değil de örneğin 2000-2010 arasına yerleştirsek olaylar tümüyle farklı biçimde gelişirdi.

Bu politik ve tarihsel boşluk romanda da var. Kitabın başında satranç sevgisini özellikle belirten Walter Tevis’in belki satrancı her türlü farklılığın ortadan kalktığı bir ‘eşitlikler alanı’ olarak tasarladığı düşünülebilir, ama o kadar basit değil, çünkü hem kitapta hem de dizide ortalama Amerikalının komünizm korkusu ve dinsel tutuculuğu gibi önemli ideolojik sorunlardan en az birkaç kere söz ediliyor. Örneğin yetimhanedeki İncil dersleriyle ilgili bölümde: “Beth bununla kolayca başa çıkabiliyordu ama Bayan Lonsdale’in allahsız Komünizm ve ABD’deki yayılma yöntemleri hakkındaki konuşmalarını dinlemek çok zordu.” (The Queen’s Gambit, Dell Publ, s.53) Ya da, Beth’in Moskova masraflarını karşılamayı öneren dincilerle karşılaşması: “İkinci mektup Hıristiyan Haçlılar’dan geliyordu. Üç sayfalık mektupta, Hıristiyan prensiplerinin uluslararası düzeyde gelişmesi ve Komünizm’i yok etmek için bu prensiplerin yayılması gerektiğinden söz ediliyordu. Büyük harfle yazılan ‘O’nun’ (tanrının) sözcüğü Beth’i biraz huzursuz etmişti. (s. 297) Yani bu oyun tahtasında Komünizm diye bir öcü var ama nedense Soğuk Savaş yok, Vietnam yok, uzay yarışı yok...

Tevis’in de, Netflix’in de korkak olmadığını biliyoruz. Bu yüzden birey-toplum ilişkisini önemsemeyen, daha doğrusu bireyden başka hiçbir şeyi önemsemeyen bu apolitik duruş daha da rahatsız edici oluyor.