65. CANNES FİLM FESTİVALİ BAŞLADI. YAZARLARIMIZDAN FESTİVALE DAİR NOTLAR

Cannes Tahrir Meydanı’nı ağırlıyor

Cannes bu yıl Wes Anderson’un “Moonrise Kingdom-Ay Işığı Krallığı” filmiyle açılışını yaptı.Ancak ilk günün heyecanla beklenen filmi daha ziyade Mısırlı yönetmen Yousry Nasrallah’ın “Çarpışmadan Sonra”sıydı. Yönetmen Nasrallah filmini, Mısır halkının “Ekmek, Özgürlük, Saygınlık” sloganının kendisinde yarattığı sarsılmayla çekmeye karar vermiş

Cannes Festivali'nin açılış filmi büyük izleyici kitlelerine hitap eden yarışma dışı büyük yapımlar ya da filmlerini yarışmaya sokmayı reddeden Woody Allen olmasına alışmıştık. Bu sene bu gelenek bozuldu ve Amerikalı genç yönetmen Wes Anderson’un “Moonrise Kingdom-Ay Işığı Krallığı” festivalini açtı. Böylece sinema şölenine sempatik bir ahlaki masalla başlamış olduk. 1960’ların Amerika’sında bir yavrukurt kampı etrafında geçen filmde, öksüz ve arkadaşlarının sürekli tacizine uğrayan 12 yaşındaki Sam’ın, annesinin babasını aldatmasıyla yetişkinlerden sıtkı sıyrılan Suzy ile kaçmasını konu ediyor. Senaryoya Anderson ile birlikte imzasını atan Roman Coppola (evet, bir Coppola daha!), çocukların oynadığı karakterleri oldukça ayrıntılı ve başarılı geliştirmiş, ancak yetişkin rolleri için aynı özeni göremedik. Oysa afişte (maskot oyuncusu sayılan) Bill Murray ile birlikte başka büyük oyuncular da yer alıyor: Frances McDermond, Bruce Willis, Edward Norton, Tilda Swinton, hatta minicik bir rolde Harvey Keitel’in yetenekleri heba olmuş. En başarılı yetişkin rolü Bob Balaban’ın oynadığı anlatıcı olmuş. Anderson’un görsel estetiğine diyecek yok. Darjeeling Express, Tenenbaum Ailesi veya Fantastic Mr. Fox filmlerinde olduğu gibi Anderson Moonrise Kingdom’da da görsel olarak üstün bir eser çıkartmış. Yer yer 20. Yüzyıl Amerika’sını en iyi yansıtan ressam ve illüstrasyon sanatçısı Norman Rockwell’in tablolarını andıran planları gerçekten etkileyici. Ancak ilk yarısı tam anlamıyla sıkıcı, ikinci yarısı biraz daha ilginç olsa da film izleyiciyi alıp götürmüyor. Tek eşlilik, evliliğin kutsallığı üzerine ahlaki göndermelerini göz ardı etsek bile, hoş ve boş bir film olmaktan öteye gidemiyor ve dünyanın en büyük sinema festivaline zayıf bir başlangıç yaşatıyor.

“EKMEK, ÖZGÜRLÜK, SAYGINLIK”
İlk günün heyecanla beklenen filmi daha ziyade Mısırlı yönetmen Yousry Nasrallah’ın “Çarpışmadan Sonra”sıydı. Yousry Nasrallah gerçek görüntülerle karıştırdığı filmi, devrimin başından sonuna kadar değişmeyen slogan, yani halkın “Ekmek, Özgürlük, Saygınlık” diyerek bağırmasının kendinde yarattığı sarsılmayla gerçekleştirmeye karar vermiş. Sinemaya Youssef Chahine’in asistanı olarak adım atan Nasrallah, filmi Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda toplanan binlerce insanın üstüne 2 Şubat 2011’de Mübarek yanlısı güçler saldırdıktan hemen sonra yapmaya karar vermiş. Aynı gün Mübarek yanlısı silahlı saldırganlarla birlikte, “süvari” nitelenen at ve deve terbiyecileri de halkın arasına dalmış. Bu yüzden 2 Şubat’a “Develer Savaşı” adı verilmiş. Göstericiler arasında bulunan Mısır’lı yönetmen Mübarek karşıtlarının hepsi gibi önceleri bu süvarileri silahlı sanmış. “Daha sonra o günün videolarını izlerken, bu süvarilerin hiçbirinin silahlı olmadığını, hatta birçoğunun rejim karşıtlarının ağır saldırısına uğradığını gördükten sonra senaryoya karar verdim” diyor.

Turistleri gezdirerek geçimlerini sağlayan ve Piramitlere yakın varoşlarda yaşayan bu deve ve at sürücüleri, devrim ile birlikte turizmin dibe vurmasıyla aç kalmış, birçoğu hayvanlarını kasaplara satmak zorunda kalmışlar. Filmin tek erkek başrolünü oynayan –çok başarılı—Bassem Samra bunlardan birini, ailesinin rızkını çıkartmak bir yana, atını bile besleyemeyen Mahmut’u canlandırıyor. Karşısındaki zengin, laik, boşanmış, modern reklamcı kadın, fakir ve cahil at terbiyecisinin cazibesine kapıldıktan sonra aslında yeni karşılaştığı bu insanların devrimi anlamadıklarını idrak eder. Ve Kahire’nin bu gecekondu mahallesindekileri “eğitmeyi” görev edinir.

Nasrallah böylece son derece zor bir konuyu zekice bir kurmaca sayesinde, duygusallığımıza değil, aklımıza hitap eden bir kurmacaya çevirmiş. Film hem ciddi bir feminist bir söyleme sahip, hem de tam içerisinde bulunsa da, olunabilecek en tarafısız duruşu benimsemiş. Zengin mahallelerde yaşayan tenleri beyaz, yaşamları modern entelektüellerin devrimi “daha önce hiç yanyana gelmedikleri fakir ve eğitimsiz kitleleri tanımak ve onlarla kaynaşmak için bir fırsat” olarak görmelerini kendine de çuvaldızı geçirerek eleştiriyor. Bizce film festivalden bir ödülle dönebilir, zira Nanni Moretti gibi angaje bir sinemacının başkanlığındaki jürinin bu siyasi filme kayıtsız kalmayacağını düşünüyoruz.