Çocukluktan gençliğe giderken okudum, duydum ya da birileriyle konuştuk, aklıma bir Endülüs sevdası düştü. Hem uzak hem yakın, hem hayal hem gerçek, hem masal hem düş gibi büyülü bir ülke, büyüleyici topraklar diye

7 basamak

Eskiden kutlamazdım. ODTÜ’de sanırım sosyoloji 3. sınıftayken öğrendim doğum günümü. O güne dek yanlış biliyormuşum, yanlış-doğru bir önemi yok, zaten kutlanacak bir şey de yoktu ortada. Sonra okuldaki psikoloji bölümünden arkadaşların araştırmacı tutumuyla gerçek doğum tarihimi öğrendim. O yıl kutladık işte ODTÜ pastanesinde. Hemen kitap satış yerinin ordaydı. Şimdi pastane demek muhallebici gibi gelir ama, o zamanlar pastane, muhallebici buluşma mekânlarımızdı, biracılar da o sıralarda belirmeye başladı Sakarya Caddesi'nde.

Hasan Bozaslan, Adana’dan, kıymetli arkadaşım. Bana bir facebook sayfası yapmış, 4 yıl önce. Birkaç ay sonra söylemişti. Böylece ben de kendi facebook sayfamla tanışmıştım. Herkesin 15 saniye süreyle meşhur olacağı, her canlının ölümü tadacağı gibi, herkesin de bir sayfası olması kaçınılmaz. Seyhan Erözçelik, nam-ı diğer ‘Sansar’ımız ‘faça defteri’ derdi, oraya yazdığından söz ederdi, ben de yeni çıkaracağı şiir kitabının adı sanırdım!

Sağ olsun Hasan, o ‘faça defteri’ sayesinde hayli eski arkadaşımla, okul anılarımla yeniden buluştuk. Hasan da bana Adana’dan bir mektup yollamış, büyük sarı zarfın içinden 10 küçük sarı zarf çıktı. Zarflardan da çocukluğum, gençliğim çıktı. Bir de Hasan’ın yeşil, mavi, turuncu kağıtlara yazdığı ve ‘tanışma anı’mızı da anlattığı mektubu. Adana’da kitap fuarında görüştük ilk ve söyleşi yerine giderken 7 basamak çıktık birlikte, 7 basamak yürüdük Hasan’la. Fotoğraflarımızı da yollamış Hasan, elimizde Kitap torbaları. Sonra başka fotoğraflar, İzmir kitap fuarında Hasan ve Ahmet Büke’yle, İstanbul Kitap Fuarı'nda Hasan ve Nurgül’le. İnsan böyle arkadaşları olunca, kendini genç hissetmez de ne yapar? Ben de öyle yaptım!

Hasan’ın bulup facebook’ta yayımladığı siyah beyaz fotoğraflardan en eskisi, Eskişehir’den, ilkokuldayken gittiğimiz Kızılay’ın Hasırca Çocuk Kampından. Kurtuluş mahallesinin çocukları.

Yalnızca sınıf arkadaşım Erturgut Yeşilli’nin adını hatırlıyorum. Aynı kamptan bir başka fotoğraf...

1968’in yaklaştığı belli, iki arkadaş sol yumruklarımızı havaya kaldırmışız! Hasan o fotoğrafa bir dizemi eklemiş, “Çocukluğum, hayatımdan düşen ilk yaprak!”

Çocuk olunca, çokluk olunca yaprak düşermiş! Çocukluğumdan ilk yaprak bu yaz düştü. Tam da ekim ayı, 6o yaşım yaklaşırken, sevdiğim haziran, 6 yapraktan üçüncüyü aldı. Yaz yaprağını güz gazeline çevirdi. Şimdi Eskişehir’de Sarıkavak köyünde daha incecik karadutun altında tazecik yatıyor Halil, karagözlü kardeşim, “kuşlar yasına gider”.

Hasan bu yazıya çocukluğumu da gençliğimi de yetiştirdi, sağolsun. ODTÜ’den, pastanesinden söz etmiştim, belki de oradaki bir-iki fotoğraftan birini de yolladı, herkes var, Eftal Küçük yok, Neşe Ozan yok artık. Yoklarla kalıyor insan.

Hasan, Nurgül’le güzel, gülüşlü, sıcak fotoğraflarını yollamış bir de. Âşıkların birbirlerinin omuzlarında gülümsemesinin sıcaklığını, sahiciliğini, coşkusunu gösteren, hissettiren bir fotoğraf. Ve bir şiir yazmış. Böyle bir günde paylaşılacak en harika şeylerden biri: “Bu kadarım diyorum işte./Bu kadar kalabalığım./Yurdum bu resim. Adım bu resim. Yüzüm, gözüm, kaşım./Sevdiğim yemek, bu resim./ Büyüyünce ne olacağım, bu resim./Ölünce nereye gitmek istersin, bu resim. /Haritadan bir yer seç, bu resim./en sevdiğin şarkı, bu resim./Son arzunu söyle, bu resim.” Ben de Hasan’ın yolladıkları arasında en çok neyi sevdim, bu resim, diyorum.

Çocukluktan gençliğe giderken, okudum, duydum ya da birileriyle konuştuk, aklıma bir Endülüs sevdası düştü. Hem uzak hem yakın, hem hayal hem gerçek, hem masal hem düş gibi büyülü bir ülke, büyüleyici topraklar diye. Yıllarca Endülüs’le ilgili ne bulduysam kestim, sakladım, sararttım, okudum. Fakat gidesim geldi demek yetmiyor, galiba asıl olarak göresim geldi demek gerekiyor. Nâzım Hikmet’in “ve benim birdenbire/yüzünü değil, gözünü değil/sesini göresim geldi” dediği ince sızıyla, özlemle göresi geliyor insanın, sonra da gidesi. İlk gidişimizde yaşım 40’ı geçmiş idi, sonra birkaç kez daha gittik; özellikle Granada, ruhumun eşbaşkenti, kızımın adı, Nar ülkesi, Lorca’nın toprağı, üç dinin buluşması, o buluşmanın yaydığı sakinlik kokusu, elbette portakal, mandalina, limon ve nar makamında bir koku. Granada’da iki kez şiir etkinliğine katıldım, şiir okudum.

Çocukluk düşüm de, belki artık yeniden çocukluğa dönüş yapacağım yaşta, tam 60’ımda gerçekleşti, ekimdeki doğum günümde Elhamra’nın burçlarında şiir okudum. Cuma akşamıydı, dünyanın en güzel günbatımına sahne olan Granada’da, Elhamra’nın burçlarından birinde, karşıda Arap mahallesi Albayzın’ın terasından gelen müzikler ve Çingene mahallesi Sacramento’dan yayılan flamenko eşliğinde, Malili ve İspanyol şairlerle birlikte davetlilere ve akşamın vadisine, “Anne” ve “İdiller Gazeli” şiirlerimi okudum. Müzik ve şiirden oluşan etkinlik, Endülüs’ün kadim şairlerinden Abu İshaq İbrahim al-Sahili ya da bilinen adıyla Es-Sahili için düzenlenmişti. Granada Ortaçağı'nın bu büyük adı, aynı zamanda Elhamra’nın da mimarlarından biri. İbn Arabi üstüne çalışan Malili değerli şair arkadaşım İsmael Diadie Haidara’nın girişimiyle düzenleniyor her yıl, “Noche Sahiliana”.

7 basamak yazmıştı Hasan, birden aklıma Cemal Süreya’nın 7 kırlangıç ömrü geldi, o kehanet içeren şiirinde, “Lokman şair senin hayatın/yedi kırlangıcın hayatı kadar/altısını ardı ardına yaşadın/bir kırlangıcın daha var” demişti, ama yedinci kırlangıcın ortasında kanatlandı gitti. Bilmem ki 7 basamağın neresindeyim?