1-Adalet: “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dizesindeki ‘sıhhat’ın yerine ‘adalet’ dense yeri var artık. Dünya ne üzerine kurulmuştur, rivayet muhtelif, ama rivayet olmayacak bir şey var ki o da adalettir. Sırayla herkesin ‘bir gün size de lazım olur!’ dediği, kimsenin dinlemediği, sonra sıra kendisine gelince aklına gelen şey. Ah mı desem ilahi mi, […]

7 güzellik

1-Adalet: “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dizesindeki ‘sıhhat’ın yerine ‘adalet’ dense yeri var artık. Dünya ne üzerine kurulmuştur, rivayet muhtelif, ama rivayet olmayacak bir şey var ki o da adalettir. Sırayla herkesin ‘bir gün size de lazım olur!’ dediği, kimsenin dinlemediği, sonra sıra kendisine gelince aklına gelen şey. Ah mı desem ilahi mi, ey adalet, adalet, barbarlar geldiler, yıkıcılar geldiler, terziler geldiler, Godot bile geldi de bir sen gelmedin! “Sen gelmez oldun!”, “gel artık sevgilim hatırım için…”, “yollarına gül döktüm”, “şarkılarda düşünmek seni bana getirmez ki!” Sen olmasan şarkı ne, şiir ne, ay ne, güneş ne, mavi ne, yeşil ne! Sen olmasan ekmek ne, su ne, yemiş ne, yaşamak ne!

Sen olmasan sevda ne, aşk ne! Sen varsın diye var hepsi de, seninle var, sensiz neyin tadı var? Doğanın düzeninde adalet var, dünyanın düzeninde yok! İnsanın mayasını bilmiyorum ama yaşamın mayasında adalet var. İnsan insanın… savcısı, yargıcı, gardiyanı olmaya bayılıyor da, kimse adil olmaya yanaşmıyor. Adil eski bir ad diye mi?

2-Bereket: Bereket ve bolluk kapısının anahtarı adalettir, adaletle açılır o kapı. “Rabbena/Hep bana” tekerlemesi hoştur, söylemesi komiktir, ama gün gelir onu söyleyenin boğazına takılıverir. O yüzden bugün yeryüzü sofraları deyince dünya nimetlerini anlayan ‘azgın azınlık’, bereketten de ‘yağma’yı anlıyor, yani silip süpürmeyi, geride insana, hayvana, kuşa, böceğe hiçbir şey bırakmamayı. Bereketi, tadı bu yüzden kaçmış olabilir dünyanın. Talancı, yağmacı, yağlamacı, aslında ne bu dünyayı ne de varsa öbürünü düşünen, ‘günoğlu’ dediğimiz, nedense oportünistler hep erkek olarak düşünüldüğünden ‘günoğlu’ denmiş Türkçesine, artık ne yazık ki mebzul miktarda ‘günkızı’ da var aralarında, işte o fırsatçılar yüzünden! Olmasa iyiydi! Çünkü bu yağmaya, bu ‘han-ı iştiha’ya kadınların da katılması doğaya aykırı gibi geliyor bana! Öyle ya kadın doğadır ve kendisine yapılan bu kötülüklere karşı çıkandır. Kadınsız devrim olmaz tamam da, yaşam hiç olmaz, oksijensiz bir yaşam olabilir mi? Bereket paylaşmadır, bir imeceyle olur, olmazsa da gün gelir “kısa çöp uzundan hakkını alır!

3- Hakkaniyet: “Hakk’ın yanında, halkın yanında” diye kafiyesi de güzel sloganlar söylemek ala! Lakin vaziyete bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı aşikâr! Halkın yanında olmayı geç, Hakk’ın dahi yanında değiller, yalnızca onu dillerine pelesenk etmişler! Hatta dinbazların, tüm dinlerde olduğu gibi, ortak paydası da, Hakk’ın kendilerinden yana olduğunu halka sık sık tekrarlamak. Ne de olsa tekrarda fayda vardır! İnsanlar bir ülkede uzun yıllardır “hak, hukuk, adalet!” istiyorlar, her zaman sokaklara dökülemeseler de içlerinden bağırıyorlar, feryat figan ediyorlar, lakin kimseye seslerini duyuramıyorlar. İşsizler, işten atılanlar, açlar, evsizler, açlık sınırında yaşayanlar, evlatları öldürülenler, kaybedilenler, haklarını alamayanlar, uydurma gerekçelerle hapislere atılanlar, ağzını açınca yargılananlar…”İnsana kıyanlar/Hakk’ın kulu sayılır mı?” diye soruyordu Neşet Ertaş. Soruyu hep biz soruyoruz, onlarınsa bırakın yanıt vermeyi, soruyu duydukları, üstlerine alındıkları bile şüpheli! “Kul hakkı” yemek onlar için dişlerini karıştırmak gibi bir şey, sofradan kalkmak bilmiyorlar, çünkü doymak bilmiyorlar, hal böyle olunca da Hak’tan hukuktan halktan söz etmenin zerrece manası kalmıyor! Ki nasıl hakkaniyet olsun

4- İnsaniyet: Bu ‘insaniyet’ sözcüğü de, bizim milletin, dürüst, yardımsever, merhamet sahibi birinden söz ederken ‘çok milliyetçi bir insan!’ demesine benziyor. Birkaç kez duydum ve sözcüğün böyle kullanılmasına şaşırdım. Ama sonra siyasal anlamda milliyetçilikten söz etmediklerini, insanları, çevresini sevip kollayanlara, varlıklı olduğu halde yoksulları unutmayanlara böyle dediklerini anladım. İnsaniyet sözcüğü de sanki eski filmlerde, acıklı romanlarda kalmış gibi: ‘İnsaniyet namına’, yardım istenir, merhamet beklenir, af dilenir, işin içine insaniyet lafı girince de akan sular durur, buzlar çözülür, dilekler gerçekleşir. Kemalettin Tuğcu romanlarının da bir toplumsal karşılığı vardı herhalde, vardı ki 200’den fazla roman yazdı. İnsaniyetten kasıt bence yalnızca insan olmak değildi. İnsan, insanla olmuyor zaten. İnsan, tabiatla, hayvanla insan oluyor en çok. İnsan, insanla eksik. İnsan, insanlığını insanda değil, tabiatta, nebatatta, hayvanatta buluyor, öyle insan oluyor. Düşünsenize hayvan yiyoruz ve insan yiyenlere yamyam, vahşi filan diyoruz! En kibarından ilkel! İnsan çağı değil, insaniyet çağının geri gelmesi için olmalı çabamız. Çünkü havamızı kirleten, suyumuzu bulandıran, göğümüzü karartan, gönlümüzü daraltan gazlarda, bacalardan çıkan dumanlarda, kötü kömür kullanımındaki çevre kirliliği değil yalnızca, insan kirliliği de sonumuzu hazırlıyor. İnsan çok ama insaniyet yok! İnsana, insan değil insaniyet lazım

5- Merhamet: Merhamet, ‘acıma’ anlamında değil. Acıyan, gözlerini kapar, bir zaman sonra kalbini de kapar, geçer. Gözyaşına benzer, ne kadar döksen de sonunda kurur, diner, kesilir. Merhamet öyle midir? Süreklidir, kalbimiz gibidir. Ölünceye dek çalışır, hatta kalpten daha ileridir, öldükten sonra da çalışmaya devam eder. Huy gibidir, “can çıkar, huy çıkmaz!” Dilde değil, gönüldedir, sözde değil, iştedir, eylemdedir. Merhamet, bir orman gibi gür ve yeşildir bazen, bir okyanus gibi sonsuz ve derindir, gökyüzü gibi engin ve yüksektir. Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde bir ekmektir, bazen kırmızı bir hışırtıyla ikiye bölünen bir karpuzun içidir, caneriğidir, nefestir, uykudur, bahardır, yazdır, bir yudum sudur… Bir çift sözdür, üstünü örtmektir, elinden tutmaktır, düşünmektir, hatırlamak, hiç unutmamak, anmak, söylemek, geri çevirmemek, ayırmamak, ötekileştirmemek, itmemek, yalnız bırakmamaktır. Kışı düşünmektir, geceyi dinlemektir, kızının sesidir, ödünç olduğunu bilmektir, yollarda, sularda, dağlarda, ovalarda, ormanlarda, kırlarda olanı, insanı, hayvanı, börtü böceği, karıncayı akıldan, gönülden çıkarmamaktır. Acı geçer, dert geçer, gün geçer, zaman geçer, bulut geçer, nem geçer, gam geçer… Merhamet geçmez!

6- Nezaket: Masal gibi. Bir zamanlar bu ülkede diye başlanası bir masalın kahramanı adeta nezaket. Şimdi yoklardan, şimdi evde, sokakta, okulda, işte, dilde, ülkede yoklardan. Vardı, nereye gitti diye merak dahi edilmeyenlerden, aranıp sorulmayanlardan, bunu geçtim, gerek de duyulmayanlardan. Ah nezaket! Ah Fahriye Abla gibi “ne şirin komşumuzdun!” özlemiyle burnumuzun direğini sızlatan güzellik. Gerçi memleketin durumuna bakıp “neredeysen hep orda kal/geleceksen gelme sakın!” şarkısını söylemek de daha iyi ama… Yine de işte artık hepimizin öğrendiği vücut dilinden göz diline, söz dilinden öz diline, kimsenin konuşmak, anlaşmak için değil yaralamak, küçümsemek, haddini bildirmek ve dahi üstünlük sağlamak için bir gelenek gibi sürdürdüğü kargış dili, yarış dili, rekabet dili, baba dilimiz olmuş durumda! Bu durumda da nezaketin ne işi var aramızda? Hala buralardaysan, aman nezaket ortalarda filan görünme, bir an önce başının çaresine bak, bizden uzak dur! Zira süt dili, ana dili filan kalmamıştır, İzzet Yaşar’ın bir zamanlar “öttürdükçe öter guguk kuşum!” diye pek güzel tarif ettiği hukuk gibi, dil de katledilmiştir, nezaket, zarafet, kibarlık, anlayış, incelik gibi güzellikler sanki IŞİD kafalı insanlık düşmanları tarafından köklerinden sökülmüş, parça parça edilmiştir. Hepimizin baba diline kaldığımız o günden beri de bu hususta tadımız tuzumuz yoktur

7- Vicdaniyet: Vicdaniyet diye bir sözcük yok, gerçi vicdan da yok ama ben bir güzellik yapıp onu da kafiye katına çıkarayım dedim. Kısaca “her yer karanlık/nerde insanlık?” diye Diyojen gibi elimizde fenerle hak hukuk, adalet, merhamet, insaniyet, nezaket aradığımız, elbette bulamadığımız zamanlara kaldık. Onlar da sanki Yaşar Kemal’in “o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” cümlesiyle yazdığı dünyanın en kısa destanı, romanı gibi, onları gözeten insanlarla çekip gittiler, demirin paslısına, insanın kirlisine kaldık biz de. Vicdansa baba evindeki zulme, baskıya, dayağa, tacize, yoksulluğa, kötülüğe dayanamayan, adaletin terazisini tutan o güzel adalet hanım gibi, gecenin karanlığına karıştı, sokaklara düştü. Yola çıkıp aramanın vaktidir kaybettiğimiz vicdanı. Belki adalet hanımı da buluruz ararken. Yeter ki arayalım, isteyelim, onları özlediğimizi söyleyelim, “sensiz olmaz!” diye şarkılar söyleyelim, nezakete de rastlarız, kalbinde bir umut, ‘bu kadar da kaba olamazlar!’ duygusuyla bizi bekliyordur hala!

Ya vicdan! Bulsak da utançtan yüzüne bakabilecek miyiz, “seni bu hallere biz düşürdük, kabahatin çoğu bizim canım vicdan” diyebilecek miyiz? Belki. Belki diye bir umudumuz var. O belkiden 7 güzellik doğsun, biri bu yazıyı okuyanlara, biri yola çıkmış arayanlara, biri umudunu koruyanlara, biri “güzel günler göreceğiz çocuklar!” diyenlere, biri bu memleketin en çok da kızlarına, biri her dilden, her milletten, her kültürden “bu memleket bizim!” diyen dostlara, biri de Eren’in tam da bu güzel günler öncesi bir müjde gibi gelen “Barış”ına…