Birleşik Krallık bir kez daha Muhafazakâr Parti iktidarına mahkûm oldu. 7 Mayıs seçimleri sadece İngiliz İşçi Partisi için değil farklı coğrafyalardaki sol partiler için de önemli dersler içeriyor. Radikal solun zayıf ve çok parçalı hali ister istemez analizlerin İşçi Partisi üzerinde yoğunlaşmasını getiriyor.

İşin garip yanı, Muhafazakâr Parti’nin ortalama seçmende fazla heyecan yaratmaması, sadece ehvenişer mantığıyla oy kullanan biraz milliyetçi, biraz muhafazakar kesimlerin oylarını devşirmeyi başarması. Başbakan David Cameron da karizmatik, kitleleri peşinden sürükleyen bir lider sayılmaz. Ekonomide yüzde 2.4’lük cılız büyüme, ancak Avro Bölgesi’nin perişan haliyle kıyaslanınca tatminkâr kabul edilebilir. İşsizliğin yüzde 5.6’ya kadar inmesi de, ücretlerin yerinde sayması, emek piyasalarının aşırı esnekleştirilmesi pahasına elde edilmiş bir istatistik; bu cephede de Avro Bölgesi’nin ortalama yüzde 11.3’lük işsizlik oranını hatırlatmak bile Muhafakârlara böbürlenmek fırsatı tanıdı.

Muhafazakar-Liberal Demokrat koalisyon döneminde devleti küçültmek iddiası, hükümet harcamalarını 2010’da GSMH’nin yüzde 45.7’sinden yüzde 40.7’sine düşürerek başarıldı. Kamu sektörü istihdamı 1 milyon daralırken, geçici, parça başı, kısmi zamanlı işler yaygınlaştı. Sosyal programların iyice iğdiş edilmesiyle özellikle en yoksul kesimlerin yaşam koşulları iyice kötüleşti. Bütçe açığı finans kesimine verilen aşırı tavizler  sonucu yüzde 5 ile  düzeyinde seyrederken, cari açık 160 milyar dolarlık  Avrupa rekoruyla sinyal veriyor.

Peki tüm bu koşullara karşın Muhafazakâr parti nasıl kazandı? Doğru, dar bölge seçim sistemi birinci partiye büyük avantaj sağlıyor. Genelde koalisyonların küçük ortaklarının daha fazla yıpranması olgusu İngiltere’de de doğrulandı, Lib-Dem seçmenin hafifçe  Muhafazakârlara meyletmesi sonucu, yüzde 37 oy tek başına iktidar getirdi.

Ayrıca, “Olası bir İşçi Partisi hükümetinde ülke bölünmenin eşiğine gelir “demagojisi de İngiliz seçmen üzerinde etkili oldu. Hatırlanırsa geçen yıl İskoçya’daki bağımsızlık referandumunda beklenenin aksine “hayır” sonucu çıkmıştı. Ne var ki referandum süreci İskoç Ulusal Partisi’ni “evet” cephesinin doğal adresi haline getirdi, İşçi Partisi’nin altını boşalttı. Ulusal kimlik bir kez cin şişeden çıkar gibi zuhur edince, İşçi Partisi gibi daha çok emekçi kimliğine yaslanan partilerin işi zorlaşır. Bu noktada belki Ed Miliband’ın mazeretini kabul etmek mümkün. Ama neo-liberalizme, istikrar politikalarına karşı net bir tavır takınamayışının, seçmenlere inandırıcı vaatlerde bulunmayı bile başaramayışının affedilecek bir yanı yok.

İskoç Ulusal Partisi hem İskoç ulusal kimliğini okşayan çizgisi, hem de kendi seçmen tabanını  mağdur eden kemer sıkma politikaları karşısında net sol duruşu ile sandıkları sildi süpürdü. Bu doğru stratejileri nedeniyle kendilerini kutlamak gerekiyor. Artık bağımsızlık talebinden  geri adım atmaları mümkün değil. İskoç etiketi ile tüm Britanya’yı kucaklayan bir partiye evrilme potansiyelleri de bulunmuyor. Dolayısıyla ulusal kimliklerin sınıf kimliklerinden daha belirleyici hale geldiği bir konjonktürün  gerilimleri haliyle Birleşik Krallık’ta da hissediliyor.

Gelelim İşçi Partisi’ne; Ed Miliband seçim stratejisini “mali sorumluluk” teması üzerine inşa etti. İşçi Partisi sözcüleri de sıfır bütçe açığı verme vaadini öne çıkardılar. Uluslararası sermaye çevrelerine güven vereyim; aman sorumsuz, popülist, kamucu diye yaftalanmayayım endişesi yenilgiyi getirdi.. Eğer siz bu rolün asli öznesi Thatcher’ın Muhafazakâr Partisi karşısında, soldan/emekten yana net bir ekonomi politikası öneremezseniz sonunuz böyle hüsran olur. Üst gelir gruplarının gelir vergisini yüzde 50’ye yükselteceğim, “sıfır-saat” sözleşmelerini men edeceğim benzeri isabetli önerileriniz de, “mali sorumluluk” mesajının gölgesinde kalır.

Neoliberal ideoloji kitlelere vaatlerde bulunulmasını, daha iyi bir gelecek umudu aşılanmasını bile yasaklar. Neo-liberalizmin ütopyası tüm diğer ütopyaları karartmaktan ibarettir. Eğer siz işsizlikten, yoksulluktan mustaripseniz bu sizin başarısızlığınızdan, piyasa süreçlerine ayak uyduramamanızdan kaynaklanıyordur. Bunun ceremesini de kişi kendi çekmelidir.

Diğer yandan yoksulluk, açlık çok ileri boyutlara varırsa devlet veya hamiyet perver şahıslar ona yardım elini uzatabilir. Bu bir hak değil,  lütuftur.

Neo-liberalizmin genel mantığı AKP’ye ve İslami muhafazakârlığa cuk oturuyor. Çünkü başınıza musalat olacak dertler takdiri ilahidir. Size uzanacak yardım elini ise  minnetle karşılamalısınız. Sadakatinizi de oylarınızla sandıkta ispatlamalısınız.

Neyse ki,  Ed Miliband’ın düştüğü tuzağa CHP ve HDP düşmedi. Neo-liberal ezberin dışına çıkarak, halka sosyal hak temelli, uygulanabilir politikalar önerdiler. AKP’yi savunmaya çekilmek zorunda bıraktılar. Her iki parti de kapitalist düzenin güç ve mülkiyet ilişkilerini sarsmayan, ama düzen içi iyileşmeleri öngören inandırıcı vaatlerde bulundular. Şimdi sıra seçmende, AKP’yi sandıkta geriletmekte, hatta…