1990’ların sonunda öyle bir dönemeç oldu ki feminizm ev içinde işlerin kadın erkek arasında paylaşılmasını öneren, hani "her şey sen onun kolları arasındayken başlar, senin kolların onun bulaşık kabındayken devam eder" sürecini bozma davası olarak değil, felsefi anlamda "büyük anlatıları" parçalama davası olarak tasnif edilmeye başladı.

8 Mart gecesi Nezihe Muhiddin camdan baksa

HANDAN KOÇ

Türkiye de kadın hareketinin tarihi ve bugüne dair bize neler söylediği hakkındaki düşüncelerimi sordu arkadaşlar. Bugünün imkân ve sınırlılıkları konusunda ne düşünebiliriz diye bir çerçeve ile. Derli toplu düşüncelerden ziyade duygularımı paylaşacağım bir yazı olacak.

NEZİHE MUHİDDİN’İN EVİ

İstanbul’da yaşayıp, çalışan bir kadın olarak hayatımı doğrudan etkileyen politik gelişmelerden birisi son belediye seçimleri oldu. Evet, düzen yıkılmadı ama işe giderken Binali Yıldırım’ın fotoğrafını görmekle, Şehir Hatlarında bedava dağıtılan İST. Dergisi ile karşılaşmak arasında büyük bir fark oluyor. İşte geçen gün Kadıköy’den Beyoğlu’na doğru işe giderken, bu derginin beşinci sayısında, Sevengül Sönmez‘in kaleme aldığı “Edebiyatçı Kadınların İzinde İstanbul” başlıklı yazıda şu satırları okudum: “Kumbaracı Yokuşu’nun caddesiyle kesişen köşesinde, Lebon Pastanesi'nin karşısındaki apartmanda oturan Nezihe Muhiddin, Türkiye’de feminizmin kurucu isimleri arasında anılmaktadır. 16 Haziran 1923’de Kadınlar Halk Fıkrası'nı kurar; ancak kadınların Parti kurma hakkı olmadığı gerekçesiyle kapatılan fırka kapatılır, Türk Kadınlar Birliği adında derneğe dönüştürülür.” Pek çok kereler önünden geçtiğim bir güzergâhta meğer bir zamanlar Nezihe Muhiddin’in evi var imiş diye heyecanlandım.

Türkiye’nin ilk feminist dergisini yayımlayan, yirmi roman, yüzlerce öykü ve makalenin yanı sıra operet ve senaryolar da yazan Muhiddin’i Yaprak Zihnioğlu Kadınsız İnkılap kitabında şöyle tanımlar: “On dokuzuncu yüzyılın sonlarında doğmuş ve ilk toplumsal etkinliklerine II. Meşrutiyet döneminde başlamış bir Osmanlı Türk kadın hakları savunucusu, düşünür ve eylemci, kadın tarihimizde iz bırakmış önemli bir şahsiyet. Muhiddin, kültür düzeyi ve analiz kabiliyetiyle öne çıkan bir siyasal stratejist, bir feminist, bir mefkûreci, iyi bir hatip, karizmatik bir kişilik ve bir yazardı.” O gün Tünel’den inip işyerime doğru yürürken bu defa farkında olarak Nezihe Muhiddin’in evinin önünden geçtim. 8 Mart yaklaşıyordu, geçmiş ve bugün için düşüncelerimi ele alan bir yazı yazacaktım, işte böyle bir havayla onun zamanımıza bir günlüğüne geldiğini ve 8 Mart gecesi evinin camından baktığını hayal etim. Memleket işgal altındaymışçasına semti sarmış polisler ve onlara rağmen mor bayrakları ile bir nehir olup yürümek isteyen kadınlar hakkında ne hissederdi? En çok neye şaşırırdı? Eminim ki inip yürüyüşe katılır belki hızlıca feminist tartışmalara dalardı.

O değil miydi 1924 yılında verdiği “Hanımlara Mahsus Konferans”ta kadının aleyhinde olan boşanma şartlarını, çok eşliliği ve çocuk yaşta yaptırılan evliliği8-mart-gecesi-nezihe-muhiddin-camdan-baksa-849490-1. eleştiren, kadınların bugünkü gündeminin bir kısmına kolayca ayak uydurabilirdi. Nezihe Muhiddin’in kadın hakları konusundaki ısrarı onun Türk Kadınlar Birliği'nden uzaklaştırılması sonrası Yunus Nadi şöyle yazmış: “Daha dün bin bir esaretten kurtardığımız aziz Türkiye’mizde kadınlık namına ilk safa gelecek mesele acaba sadece kadınlığın haklarından mı ibarettir? Acaba bizde kadın mebus olmadığı, kadın avukat olmadığı, kadın her şey olmadığı için mi azap ve ıstırap vardır? Tutalım ki kadın her şey oldu, bununla her dava ve bu meyanda kadınlık meselesinin halledilmesi mi olur? Dünkü birlik sanki cemiyetimizden hariç gibi bir mevcudiyet göstermekte ısrar etmiş idi. Nezihe Muhiddin’in şahsında Kadınlar Birliği’nin inatçı ve iddiacı mukabeleleri [karşılık verme] doğrusu bu meselede tüy üzerine tüy dikti. Onun içindir ki yeni vaziyet karşısında: Ooh diyoruz, aman kurtulduk!” Geride bıraktığımız yüz yıl boyunca yaşanan gelişmelerin bir kısmına tanık olan Muhiddin’in cenazesi pek yalnız defnedilecektir. Ama ne var geleceğe bu kadar çok seslenmek istemiş bu kadının inatçı tavrı yaşıyor, çok şükür. Yunus Nadi gibi erkekler de feminist sivri dilliliğimizden kurtulamadı ve bu gidişle hiçbir zaman kurtulamayacaklar diye sevinsek yeridir değil mi?

1994 VİRAJI

Feminist kadınlar İstanbul’da Kadın Çevresi'ni 8 Mart 1984’de kurmuşlar ve bu aynı zamanda yapılan ilk 8 Mart kutlamasının vesilesi olmuş. Bu yıldan sonra İstanbul’da ve başka şehirlerde kimi daha çok kimi daha az bilinen ama muhakkak çok heyecanlı 8 Martlar kutlandı. Hepsine katılmışımdır. 1994 yılında Beyoğlu’ndaki tramvayı feminist afişlerle donatıp içini doldurup bir aşağı bir yukarı gidip geldiğimizi hatırlıyorum. O yıl Stella Ovadia Kadın Eserleri Kütüphanesi'nde İz Kalsın başlıklı bir retrospektif hazırlamıştı. Kadın Kurtuluş Hareketi olma gayreti ile geçen ve geride kalan on yılı belleklerde kalsın diyeydi sergi. 1980 sonrası feminist hareket akademi ve diğer kurumlardan bağımsız, kendiliğinden bir araya gelişlerle, konuşarak, koşuşturarak, tartışarak birbirini dinleyen kadınlarca oluşmuştu. Açıklamalar elle yazılırdı, pankartlar kaybolurdu, çok az fotoğraf çekilirdi. Bahsettiğim İST dergisinde 1990 yılında açılan ve hareketin değerli kazanımlarından olan Kadın Eserleri Kütüphanesi üzerine de bir yazı vardı. Bu hafıza mekânı eski feminist izlerin silinmesini imkânsız kılıyor, ne iyi değil mi?

Geçmişe dönemleştirmeler yapmadan bakmak çok zor. Nezihe Muhiddin 10 Şubat 1958’de ölür. İki dünya savaşını, büyük eşitlikçi kalkışmaları görmüş gözleri 1960’lardan sonra yükselen, baskıcı geleneklerin kabuklarını kıran yeni isyan kültürünü göremeyecektir. Çok tekrarlanan bir şeyi söyleyeceğim 1990’ların başında Sovyetler Birliği'nin yıkılması tüm dünya için ve bizim ülkemiz için de bir dönemi sona erdiren bir gelişme oldu. Öyle ki Nezihe Muhiddin’lerin de dâhil olduğu bir çağ sona erdi. Kimileri için sevindirici, kimileri için acı bir geçiş oldu bu. Doksanların sonuna gelindiğinde devrimci-toplumcu teoriler yerini sistem karşıtı çok parçalı bir muhalif bir kültüre bırakacak, Feminizm de oluşan bu yeni muhalif hareketler içinde bir yerde konumlanmaya davet edilecekti. Oysa feminizm yeni bir hareket değildi, içinde değişerek evrildiği bağımsız bir mazisi vardı. Türkiye’de feminizmin 1980’lerde sol sosyalist ideoloji ile çok sert tartışmalar yaşamayı göze alarak var olmuş olması onun bu yeni gevşek, çok parçalı, asla iktidar hedefi gütmeyen, felsefi olarak maddeci düşünceye eleştirel bakan ideolojilerle doğal olarak yol arkadaşı olduğu kanısının entelektüel mecralarda örülmesine yol açtı. Ben Türkiye’de modernizmi eleştirmek için post-modernizme ihtiyaç olmadığını düşündüm hep. 1980 sonrası Türkiye’de yükselen feminizme bakıldığında ırk, etnisite, cinsel eğilim ve sınıf farklılıklarına asla kör olmadığı, Kürt hareketini ve isyanını çok erken bir tarihte kadın kadına dayanışarak tanıdığını görmek kolaydır. Lakin 1990’ların sonunda öyle bir dönemeç oldu ki feminizm ev içinde işlerin kadın erkek arasında paylaşılmasını öneren, hani "her şey sen onun kolları arasındayken başlar, senin kolların onun bulaşık kabındayken devam eder" sürecini bozma davası olarak değil, felsefi anlamda "büyük anlatıları" parçalama davası olarak tasnif edilmeye başladı. Hatta ataerkil düzen tanımı da bir büyük anlatı olarak nasıl parçalansa diye bir entelektüel telaşa girildi. Tarihin öznesi olarak ezilen ve sömürülen kadın cinsinden bahsetmeye yönelik post-feminist eleştirinin kaynağını 21. yüzyılın hegemonik muhalif teorilerinde bulabiliyoruz. 1980’lerde feministlere tek bir kadınlıktan bahsedilemez eleştirisi getiriliyordu çünkü deniyordu onların bir kısmı burjuva. Biz de onlara diyorduk ki, sizin mücadeleniz farklı biz ayrıca sosyalist de olabiliriz ama feminizm öznesi tüm kadınlar olan ayrı bir mücadeledir. İşte 1994’te on yıllık dökümü yapılmaya çalışılan feminizm bence bu ısrar ve iddia ile var oldu. Çeyrek yüzyıl sonra böyle düşünen ve düşünmeyenlerle dallanıp budaklanarak devam ediyor.

Bazen çok karışık terimlerle örülü yeni ekoller barındırsa ve hep çarpıtılmak istense de feminizm çok sade bir ideoloji. Bu sade gövde bence ısrarlı tekrarlara ayakta kalıyor. Kadınlar evde ve ev dışında özel bir ezilme ve sömürüye uğrarlar. Bu evrensel bir durumdur. Kadınlar itaat etmedikleri zaman şiddete uğrayan, öldürülen insanlardır. Bunu yakınları yapar. Sebep kötü erkeklik veya azgelişmiş ülke kültürü değil adına patriarkal veya erkek egemen düzen dediğimiz maddi bir sistemdir. Hayatımızı cehenneme çeviren şeyleri başkalarının inayeti ve koruması ile değil kendi ellerimizle topluca değiştirilebiliriz. Bunun için güçlenmemiz haklarımıza sahip çıkmamız gerekir. Baskıya ve sömürüye ev içlerinde yakınlarımız tarafından tek tek maruz kalıyor olduğumuz için bu zordur. Yakınlarımıza, sevdiklerimize gönül verdiklerimize kafa tutmak bazen devlete kafa tutmaktan zordur. Biz hep psikolojik olarak suçlu, günahkâr, kabahatli hissettirebilen erkek egemen kültür çok güçlüdür. Eşitlik, özgürlük ve kurtuluş için girişilen her kolektif kadın girişiminin toplamının bizim kadın hareketimizi oluşturur. Erkeklerden gölge etmemelerinden başka bir şey istemiyoruz. Kadın doğulmadığı olunduğu gerçektir. Ama tek başına tercihlerimizle içine doğduğumuz ve yaşayacağımız toplumu değiştirmeyeceğimiz de gerçek. Hayatımızı her gün yeniden kurarak güçlenebiliriz ama yalnız olmaz. İşte böyle tekrarlar ve egemenlerin ezilen ve sömürülenlere, buna isyan edenlere reva gördüğü büyük zulümlerle her gün yüzleşerek değişmeye değiştirmeye inanmak. İşte benim feminizmden her daim anladığım.

YÜRÜMEYE DEVAM

Pek 8 Mart gösterisi kaçırmam. Ama geçen yıl yani 8 Mart 2020 İstanbul Gece Yürüyüşü'ne katılabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Gri bir gündü Covid-19 kapımızı yeni çalmıştı. Henüz annemin deyimi ile peçeli yaşama geçmemiş, bu yeni melun gripten ölüm haberi almamıştık. Kadın erkek eşitliği fikrine tahammülü olmayan AKP iktidarının kolluk kuvvetleri Taksim’e çıkan bütün yolları tutmuştu, işten çıkıp Sıraselviler caddesine doğru yürürken epeydir görmediğim bir arkadaşıma rastlamıştım. İstanbul’da yaşamıyordu ve bu saatlerde, bu köşede toslamamızın tek sebebi aynı yöne yürüyecek olmamızdı. Nitekim yürüdük ve Taksim’den güçlenerek ayrıldık.

Bu yıl da Türkiye’nin her yerinde kadınlar günü kutlanacak. Yüzsüz gericiler de feministler kadar can düşmanı oldukları komünist kadınların adını koyduğu 8 Mart’ı es geçmeyecekler. Biliyorsunuz AKP’nin kadın örgütü KADEM de bir 8 Mart günü Erdoğan tarafından açıldı. Ne diyebiliriz 'Yavuz hırsız!'dan başka. Ama nafile. Eşitlik, özgürlük ve kurtuluş arayanlar sokak köşelerinde, oturma odalarında, vapurlarda, mutfaklarda buluşup egemenlere karşı aynı yönde yürüdükleri oranda güçlenerek dağılmaya devam edecekler.