9 Eylül ve onu izleyen ilk günler başta İzmir olmak üzere tüm Türkiye'de büyük bir sevinç dalgası yaşanmasına sahne oldu

9 Eylül’ün Anlamı…

Dr. ERKAN SERÇE

İzmir’e ilk giren süvari kolordusu müfrezesi kumandanı Yüzbaşı Şerafeddin, o güne ait anılarını şu cümlelerle aktarmış: “9 Eylül sabahı Sabuncu Boğazı’ndan çıkar çıkmaz bütün ihtişamıyla Akdeniz’in kıyısında uzanan İzmir’i gördük. Senelerden beri derin bir hasretle özlediğimiz İzmir şimdi gözümüzün önünde idi. Bu esnada heyecanımız fevkalade artmış, gözlerimiz sevinç gözyaşlarıyla dolmuştu. Bütün süratimizle İzmir’e doğru koşuyorduk.” Aynı gün Mürsel Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgraf da İzmir’in kurtuluşunu, 10 Eylül sabahı Hakimiyet-i Milliye’nin ilk sayfasından tüm ülkeye duyuruyordu: “Muzaffer milli ordumuzun yorulmaz süvarileri bizler düşmanın İzmir önündeki son mukavemetini kırarak 9 Eylül 335, 10,30 şehre dâhil olduk. Halkın solgun gözyaşlarıyla derin hürmetlerini iblağ ile bahtiyarım.”

9 Eylül ve onu izleyen ilk günler başta İzmir olmak üzere tüm Türkiye'de, büyük bir sevinç dalgası yaşanmasına sahne oldu. İşgal altındaki İstanbul bile kutlamalardan payını aldı. Hiç kuşkusuz İzmir Osmanlı ülkesinin en önemli kentlerinden biriydi. Anadolu’nun dünyaya açılan kapısı İzmir, yüzyıllar boyunca en önemli ticaret merkezlerinden biri olmuştu. Ancak İzmir’in bu özellikleri, şehrin kurtuluşu karşısında duyulan büyük sevinç ve heyecanı açıklamak için yetersizdir. Bunu anlamak için biraz geriye, Büyük Savaş’ın son günlerine gitmek gerekir.
Osmanlı Devleti’nin büyük beklentilerle sürüklendiği Büyük Savaş’ın 4. yılında, İttihat Terakki hükümeti umutlarını tamamen yitirmiş, olabildiğince az hasarlı bir ateşkes arayışına girmişti. Ancak beklentinin tersine, İtilaf güçleriyle imzalanan Mondros Ateşkesi ve uygulamaları, geleceğin hiç de parlak olmadığını göstermeye yetti. İttihatçılar, savaşın altında yatan emperyalist amacı göz ardı etmiş, kapitalizme eşlik eden ulusçu düşüncelerin Türklerin yaşadığı yerlerde bir bütünlüğün sağlanabileceğine olanak tanıyacağını düşünmüşlerdi. Bizzat ABD Başkanı Wilson bu fikri desteklemiyor muydu? Yapılacak iş Türklerin kültürel ve sayısal ağırlığını kanıtlamaktı. Bu nedenle ateşkes sonrası kurulan müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin çoğu bu hedefi gerçekleştirmeye yönelmişti.

Buna karşın İtilaf devletlerinin ilk andan itibaren gerçekleştirdikleri işgaller ve uygulamalarda hangi hedefi gözetecekleri anlaşılmıştı. Türkiye savaşın suçlusu olarak hiçbir müsamaha gösterilmeden cezalandırılacaktı. Cezalandırmanın sınırı o günkü Türkiye ve yöneticileriyle sınırlı da tutulmayacak, ülkenin geleceği uzun vadede kazanan devletlerin tasarrufunda olacaktı. Bu cezalandırmanın boyutu için Sevr Anlaşması’nın içeriğine bakmak yeterlidir. Nitekim Musul’dan itibaren başlayan işgaller, ülkenin iktisadi ve askeri varlığının ele geçirilmesinin hedeflendiğini gösteriyordu. Sırasıyla İskenderun, Antalya, Urfa, Antep, Maraş, Karadeniz limanları, Çukurova…
Bu işgal kervanına 15 Mayıs’ta İzmir’in katılması, sadece zincire eklenen bir halka değildi; sürece tüm Türklerin ayağa kalkmasını sağlayan bir aktör eklenmişti: Yunanistan. Dünya Savaşı boyunca İzmir, birkaç kez tekrarlanan hava saldırıları ve yiyecek sıkıntısı bir yana bırakılacak olursa, büyük ölçüde sıcak savaşın dışında kalmıştı. Yunanistan’la Balkan Savaşı nedeniyle gerilen ilişkiler, Yunanistan’ın büyük savaşın başlarında tarafsız kalmasıyla dondurulmuş, İzmir’deki Rumlar ve Levantenler, İzmir valisi Rahmi Bey’in de etkisiyle sıkıntıdan uzak kalmışlardı. 1917’de Yunanistan’ın karşı safta savaşa girmesi, düşmanlığı yeniden canlandırmış, Ege kıyıları boyunca yaşayan Rumlar Anadolu içlerine sürülmüş, bundan hariç kalan İzmir gibi yerlerde sıkı denetim uygulanmaya başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin savaştan yenik çıkması bütün hesapları değiştirmiş, taraflar barış görüşmelerinde ellerini güçlendirmek için yoğun bir çaba içine girmişlerdi.

Türklerin derdi, İzmir ve çevresinde Türk nüfus ve kültürünün ağırlıkta olduğunu kanıtlamak, böylece ateşkes sonrası Anadolu’da başlayan işgallerden İzmir’i uzak tutmaktı. Bu amaçla çeşitli dernekler kurulmuş, uluslararası kamuoyunu etkilemek için yayınlar yapılmaya başlanmıştı. Rumlar da bunun tam tersini kanıtlamaya çalışıyorlardı; İzmir ve çevresi tarihsel ve kültürel olarak Helenlere aitti. Yunan Hükümeti ve Anadolu’daki Rumların kurdukları örgütlerin yürüttüğü propagandanın hedefi, Yunanistan başbakanı Eleftherios Venizelos’un Şubat 1919 başlarında Paris Konferansına sunduğu Yunan istekleriyle ortaya çıktı. Buna göre Çanakkale ve Denizli hariç Ayvalık’tan Marmaris’e Batı Anadolu’nun Balıkesir, İzmir, Manisa, Aydın ve Muğla dâhilindeki bölge Yunanistan’a katılmalıydı.

Paris Konferansı Yüksek Konseyi 5 Mayıs’ta İzmir’in Yunan birlikleri tarafından işgal edilmesine karar vererek durumu Venizelos’a bildirdi. Ertesi gün Venizelos Yunan Dışişleri Bakanlığı’na çektiği telgrafla işgal için gerekli hazırlıkların başlatılmasını emretti. Yunan askerlerini taşıyan nakliye gemileri, 3 İngiliz ve 4 Yunan torpidosu eşliğinde 13 Mayıs günü Eleftheron Limanı’ndan hareket etti. Askerler, varış noktalarının İzmir olduğunu ancak gemiler hareket ettikten sonra öğrenebilmişlerdi.

Sonrası malum 15 Mayıs’taki işgal ve bu sırada yaşanan katliam ülkede büyük tepki yarattı. Aynı günlerde 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirilen Mustafa Kemal Paşa, direniş hareketlerini merkezileştiremeye yönelik adımları atmaya başlamıştı. Direniş büyüdükçe, işgaller genişledi, işgaller genişledikçe, direniş merkezileşti. Bu süreçte İzmir’in işgalden kurtarılması, Türkiye’nin emperyalizme karşı verdiği mücadelede öncelikli bir hedef haline geldi. İzmir, Türkiye’nin varlığına yönelik tehditleri, yaşanan kaygıları, çekilen acıları hatırlatan bir simgeydi artık…

Bu nedenle 9 Eylül, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kutlu günlerinden biridir.