Son dönemde sesi çok çıkanların portresi ve söyledikleri, rejimin Türkiye’yi nereye sürüklediğinin özeti niteliğinde. Kerameti kendinden menkul şeyhler, profesyonel siyasetçiden daha “siyasetçi” baş imamlar, “devlet benim” diyerek muhaliflere gözdağı verenler… Bu listeye bir süredir mafya liderleri de eklendi. Eskiden kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar şimdi sosyal medyada, video paylaşım platformlarında cereyan ediyor. Ne kadar karanlık sima varsa hepsi dijital dünyanın sanal neon ışıkları altında sahne alıyor. Vakti zamanında güç odakları arasında mesaj taşıyan kuryelerin yerini kamuya açık paylaşımlara saklanmış “şifreler” aldı bile. Bizler o “gizemleri” çözme konusunda efor sarf ederken asıl itiş kakış bir kez daha devletin zirvesinde yaşanıyor. Kulağa çelişkili gibi gelebilir ama bizler “sır” peşinde koşarken aslında “izleyici” olmanın rehavetine kapılıyor gibiyiz.

Ağar, Peker, Çakıcı ve benzerlerinin bu kadar çok konuştuğu ve de konuşulduğu bir dönemde, meşhur “90’lara mı dönüyoruz?” sorusuna rağbetin artması şaşırtıcı değil. Faili meçhullerle, mafya-siyaset-ticaret ilişkileriyle, siyasi suikastlarla anılan 90’lar, 2000’lerde AKP rejiminin meşruiyetinin kurmasında önemli bir dayanaktı. AKP, iktidara geldiği andan itibaren 90’lar sayfasının kapandığını, “şeffaf” ve “demokratik” bir sürecin başladığını müjdeledi. Bütün ittifak ilişkilerini ve hamlelerini de bu “müjdenin” üzerine bina etti. Liberallerin ve Fethullahçıların ambalajladığı “derin devlet” ile hesaplaşma projesi, bu nedenle Veli Küçük, Engin Alan gibilerini içermek zorundaydı. Zira onlar devlet içindeki güç savaşının bir parçası olarak Ergenekon davalarının “zırhı” haline getirildiler. “Devlet bağırsaklarını temizliyor” masalı anlatılırken Fethullahçı çete devletin kılcallarına kadar nüfuz etmeye çalışıyor ve büyük harekât 2010 referandumuyla gerçekleşiyordu. 90’ların geride kaldığı falan yoktu, 90’ların yeni bir “sürümü” yaratılıyordu ve Fethullahçıların darbe girişimi bunun bir ürünü oldu.

15 Temmuz sonrasında yaşanan karmaşa, Ağar gibilerine iade-i itibar ile giderilmek istendi. Çiller dahil 90’ların ne kadar şaibeli ismi varsa hepsi kol kola geri döndüler. Aslında “kayıp” oldukları dönemde de işleri yolundaydı ama podyuma çıkmalarıyla birlikte iktidarın rant ağlarına dahil oldular. Fethullahçıların zamanında gasp ettiği kaynakları yeniden dağıtan iktidar bu süreçte yanında olanları ödüllendirdi. Ancak rant paylaşımının herkesi memnun etmediği açıktı. Bugün ortaya dökülen pisliklerin bir kısmı, kendisine vaat edilenleri alamayanların öfkesinin sonucu.

AKP Türkiye’sinin en trajik gelişmelerinden biri mafyanın, iktidarın yörüngesinde kendini politik bir aktöre dönüştürmesiydi. Peker’in 16 Nisan referandumunda “evet” için seferber olması bunun bir kanıtıydı. Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na yönelik tehditleri ise rejimin koruması altındaki “hürriyetin” bir diğer yansımasıydı. Oluk oluk kan akıtma vaadini dillendirirken Peker’in sırtını kim sıvazladıysa, Çakıcı’yı ana muhalefet liderine tehditleri sonrasında da o(nlar) korudu. Şu anda aralarındaki tek fark, birinin kendini iktidarca bir tarafa atılmış diğerinin ise baş tacı edilmiş hissetmesi.

Kuyruk acısı ile konuşanlar kadar birbirlerine kuyruğu kısık olanlar da gözden kaçmamalı elbet. Ağar’ın Soylu’nun çıkışı sonrasında çark etmesi, Pelikancıların henüz hamle yapmaması, herkesin bir açığı ve beklediği var algısını güçlendiriyor. Mafya – siyaset hattında konuşanlar, Saray’ın yeni stratejisini kestiremediğinden bir an önce kendilerini güvence altına almak çabasındalar. Peker, Erdoğan’ın etrafını saranlardan şikâyet ederken de, Çakıcı ona “sus” deyip AKP’deki “çürük elmaları” işaret ederken de Erdoğan’a aynı mesajı veriyorlar: “Kimseye güvenme.”

Peker’in dizi filme dönen videoları, Soylu’nun sosyal medya mesajları, Çakıcı’nın mektupları… Bunların hepsi iktidardaki çözülmenin ve devletin tepesindeki kavganın birer göstergesi. Tek adam rejiminin yekpare görüntüsünün altında tam manasıyla bir dağılmışlık ve kaos hüküm sürüyor. Mevcut konumunu tahkim etmek isteyenler ile kendini Erdoğan sonrası döneme hazırlayanlar arasındaki kavga mafyatik ilişkiler üzerinden büyüyor. Rejim krizi, yeni bir devlet krizine dönüşmekte olduğunun sinyallerini veriyor.

Hatırlayalım, 1990’ların o puslu havasında toplumsal muhalefet Susurluk skandalı sonrasında büyük bir protesto dalgası başlatmayı becerebilmişti. “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi, toplumun geniş kesimlerini içine alan sahici bir hesaplaşma çağrısıydı. Düzen siyasetçileri ve kurumları, bu dinamizmi adeta çaldı ve önemli fırsatlardan biri heba oldu. Bugünün Türkiye’sinde yeni bir çağrıya ihtiyaç olduğu yadsınamaz bir gerçek. Ancak bu çağrı, zamanın ruhuna uygun bir biçimde yenilenmek ve tek adam rejiminden kurtulmak iradesiyle birleştirilmek zorunda.