28 Ekim 1923’te, parti yönetim kurulu bir türlü bakan adaylarını saptayamayınca, Gazi Paşa bu kez de dava arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırmış ve akşam yemeğinde onlara “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demişti!

98. yıldönümünde Cumhuriyet'imizi kutlarken...

Tarihin yıldönümü törenlerini belirleyen bir mantığı vardır; bayramlar, her yıl, o günlerin havasını taşıyan atmosfer içinde kutlanır. Bazen coşku ile bazen özlemle, bazen de burukluk içinde.. Hatta hiç kutlanmadığı durumlar da vardır. Örneğin Putin Rusya’sında Sovyet Cumhuriyeti yıldönümlerinin “unutulması” gibi! Ya da Fransa’da, çoğunluğu kralcı milletvekillerinden oluşan II. Cumhuriyet Meclisi’nde bu sözcüğün ağza bile alınmaması şeklinde! Adeta Louis Bonapart adlı yeteneksiz darbeciye, “emperyal” macerası için yol gösterir gibi…

Peki, ya bizde?


Bizde, yıllardır “hükümet edip” de bir türlü “fikri iktidar” olamadığını söyleyen, ama bu arada “saltanat”ını da durmadan artıran bir yönetim altında, ulusal bayramlar nasıl kutlanıyor? Özellikle de cumhuriyet bayramları?

Formalite haline gelen “resmi törenler”e artık alıştık; belli ki Erdoğan bu alanda “değerli dost”u Putin’i izlemeye çalışıyor. O da Putin gibi bazı bayramları unutmak ve unutturmak peşinde. Koşullar buna elverişli olmayınca da bayramı farklı bir içerikle sunmaya çalışıyor! Rusya Devlet Başkanı, yakınlarda Batılı bir gazeteciye en beğendiği ve örnek aldığı devlet adamının Çar Büyük Petro olduğunu söylemişti. Buna karşılık Tayyip Bey de her fırsatta “Ulu Hakan Abdülhamit”i yüceltiyor. Kendisine göre “Abdülhamit'i anlamak her şeyi anlamaktır; şayet Sultan Abdülhamit Han'ın başlattığı terakki, yani ilerleme faaliyetleri aynı hızla devam etmiş olsaydı bugün Türkiye çok farklı bir yerde olurdu!”. (10 Şubat 2018).

Şimdi “peki, nerede olurdu?” sorusunu bir yana bırakarak, biz de şunu soralım: “Cumhuriyet” korkusuyla Mithat Paşa’yı zindanlarda boğdurmuş bir Sultan’ı ölümünün 100. yıldönümünde bu sözlerle anan bir zihniyetle, laik cumhuriyet içten bir övgüyle anılabilir mi? Yoksa çoktandır başlamış olan “100. Yıl” söylevleri, aslında bizleri bazı sürprizlere mi hazırlıyor?

***

Tarihte “cumhuriyet” fikri, “demokrasi” fikri ile eş anlamlı olarak doğdu; fakat iki kavram zamanla birbirinden ayrıldılar. Çünkü “kutsal hanedan”ların yıkılmasıyla “cumhuriyet”ler kuruluyor, fakat beraberinde “demokrasi” gelmiyordu. Gelse de uzun ömürlü olmuyordu. Daha antik çağda, Atina’da, “demokrasi”yi yozlaştıran “demagoji” sanatı bir meslek haline gelmişti ve o yıllarda Aristoteles, “günümüzde, retoriğin ilerlemesi ile kamusal alanda konuşma yeteneği olanlar demagog mesleğini seçiyorlar” diyordu. Bu yüzden de Osmanlıların “Muallimi Evvel” dediği bu büyük bilge, demokrasiyi pek de önermiyordu! Nitekim ondan iki bin beş yüz yıl kadar sonra da, kapitalist dünyada “en demokratik” sayılan bir rejimin başbakanı (W. Churchill), demokrasiyi “kötü bir sistem, fakat diğer bütün sistemlerin en az kötüsü” olarak tanımladı. Oysa eski “Sömürgeler Bakanı” siyasal rejimleri sınıf hegemonyasının belirlediğini çok iyi biliyordu ve “en az kötü” dediği rejimi sosyal haklarla tamamlayarak yetkinleştirmek isteyenlerin de en büyük düşmanıydı.

***

“Cumhur” fikri bizde ilk kez, modernleşme çabaları içinde, Sultan adına “mutlak iktidar” uygulayan Tanzimatçı paşalara karşı, Yeni Osmanlılar tarafından kullanıldı. Örneğin Namık Kemal, 1868 Eylül’ünde Hürriyet gazetesinde, “meşveret” başlığı altında yayınladığı yazıda “cumhur”u, “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımlıyor ve “o hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” diye soruyordu. Ama ona göre, bu rejim yine de Osmanlı Devleti’nde mümkün değildi; zaten “kimsenin aklına da gelmiyordu”. Eğer gelirse, ya da geldiği kuşkusu doğarsa da, sürgün ve zindan yolları görünüyordu. Mithat Paşa ve Namık Kemal Sultan Hamit’in zihninde bu kuşkuyu uyandırdıkları için sürgüne yollandılar. Kırk iki yıl sonra Sultan Vahdettin de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı aynı kuşkuyla bir “idam fetvası” çıkarttı.

***

Oysa köprünün altından çok sular akmış, koşullar değişmişti. Bu kez Sultan’ın karşısında ulusal bir savaşı zaferle sonuçlandırmış bir “Gazi” vardı ve bu Gazi Paşa ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu. Kurulan Meclis’te hocalar arasında rejimin geleceği tartışılmaya başlanınca da, bir sıranın üstüne çıkarak, “Egemenlik hiç kimse tarafından hiç kim¬seye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile veril¬mez; egemenlik güçle, kuvvetle ve zorla alınır (..) Şimdi de Türk milleti, egemenliğini, ayaklanarak fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir (..) Meclis ve herkes bunu doğal karşılarsa bence uygun olur. Yoksa hakikat yine usulüne göre ifade edilecek, fakat olasılıkla bazı kafalar kesilecektir!” demekte hiç tereddüt etmemişti. Bir yıl sonra, 28 Ekim 1923’te, parti yönetim kurulu bir türlü bakan adaylarını saptayamayınca, bu kez de dava arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırmış ve akşam yemeğinde onlara “yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demişti!

Türkiye’de cumhuriyet böyle ilan edildi. Ne kan dökülmüş, ne de -Fransa ve Rusya’da olduğu gibi- kafalar kesilmişti! Ama yine de bu cumhuriyet “demokratik yollarla ilan edilmedi” diye, yaklaşık yüzyıldır devrim düşmanlarının hücumlarına hedef olmaktan kurtulamadı! Sanki tarihte seçimle, halkın oylarıyla ilan edilmiş cumhuriyet örnekleri varmış gibi!

***

Gerçekten de tarihte bütün cumhuriyetler şiddet kullanılarak, zorla, ayaklanmalarla kurulmuştur. Oysa yine tarihi deneyimler gösteriyor ki, cumhuriyetlerin yıkılması, ya da içlerinin boşaltılması -örneğin laik bir cumhuriyetin giderek “İslami Cumhuriyet”e dönüştürülmesi- mutlaka şiddet kullanmayı gerektirmiyor. Bazen de bu dönüşüm retorikle, demagojiyle, aldatıcı nutuk ve oylamalarla gerçekleşiyor. Böyle durumlarda “cumhuriyet bayramları” da, resmi planda, layık olduğu neşe ve coşkuyla kutlanamıyor; sadece bir takım “formalite”lerin yerine getirilmesiyle yetiniliyor. Coşku ise cumhuriyete demokratik bir içerik kazandırma özlemiyle tutuşan kuşaklarda ifadesini buluyor ve “kutlama törenleri” yer yer görkemli “protesto gösterileri”ne dönüşüyor!

Elbette ki bu tarz kutlamalar en ideal kutlama şekli sayılamaz; ama yine de ruhsuz formalitelerin yanı sıra, en gerçekçi ve en umut verici kutlamalar bunlar oluyor! Nitekim bu yıl da öyle oldu; 98. yıldönümünde, Cumhuriyetimizi, benzer koşullarda, biraz burukluk içinde, fakat gelecek yıllara dönük umut ve coşkuyla kutladık.

Herkesin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!