"Ne yazık ki bu yeni yüz yıla devrimci ilkeleri benimsemiş ve bunları kendi mantığı içinde aşmaya çalışan bir yönetimle gireceğimizi söyleyemeyiz! Aksine, “100’üncü yıl”a bu ülkede “çağdaşlaşma” adına yapılan her şeyi bir “istila” şeklinde görüp karalayan karşı-devrimci bir otokrasi altında giriyoruz."

99. yılında Cumhuriyet’i kutlarken

TANER TİMUR

Tarihi olaylarla ilgili her kutlama günü toplumda aynı zamanda geçmişle bir çeşit “hesaplaşma” fırsatı doğurur. Ve bu “hesaplaşma”nın şeklini de toplumun o sıradaki nesnel koşulları belirler. Bu koşulları ise geçmişte yaşananları “dönem”lere ayırarak daha iyi anlayabiliriz.

***

İnsanlar tarihte, “avcı-toplayıcı” yaşam biçiminden bugünlere kadar çeşitli aşamalardan geçtiler. Bu uzun yürüyüşte en büyük dönüşümü de bireylerin “emek gücü”nün “üretim araçları”ndan ayrılarak özerkleşmesi teşkil etti. Böylece “emek gücü” bir “meta” haline geliyor, ayrıca bu “meta”yı satın alacak bir de “sermayedar” sınıf ortaya çıkıyordu. Tarihte “toplumsal sınıflaşma” böyle başladı; “devlet aygıtı” bu koşullarda doğdu.

Başlangıçta bu aygıtın iki temel işlevi vardı: bir yandan toplumda “varsıl”ların “yoksul”ları sömürme aracı oluyor, fakat öte yandan da bu sömürü düzenine “meşruluk” sağlıyordu. Latincede “devlet” anlamına gelen “respublica” sözcüğü aslında “res” (şey) ve “publica” (herkese ait) şeklinde iki terimden oluşmuştur. Oysa ortaya çıkan aygıt “herkese ait” olmaktan uzaktı. Ama yine de Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) diye betimlediği anarşi durumuna son veriyor ve belli bir düzen ve istikrar sağlıyordu.

***

“Devlet” olgusu tarihte farklı coğrafyalarda, farklı şekillerde doğdu ve bu süreçte kitlesel göçler yer yer belirleyici bir rol oynadılar. Nitekim bu olgu bizim tarihimizde de yaşandı. Öyle ki Orta Asya’da yaşayan atalarımız, herkesin üretim için geniş alanlara ihtiyaç duyduğu besici, avcı ve savaşçı halklardı ve durumlarını koruyabilmek için de az sayıda olmaları gerekiyordu. Çünkü nüfus arttıkça kavimler birbirinin av alanına giriyor, bu da fazla nüfusu zahmetli ve maceralı göçlere zorluyordu. Bizde de öyle oldu ve nüfus baskısıyla başlayan göçler sonunda Anadolu’nun fethi ve Türkleşmesiyle noktalandı.

Aslında her ulus gibi Türk tarihi de göçebelikten yerleşik düzene geçme ve toprağa yerleştikten sonra da farklı üretim biçimi aşamalarını izleme tarihidir. Atalarımız Anadolu’yu fethederken Avrupa feodal bir bölünme içindeydi. Merkezi devletler henüz kurulmamıştı ve prensler, dükler, kontlar birbiriyle savaş halindeydiler. Bunların “gaza” ruhuyla coşan düzenli ve kalabalık ordulara direnecek gücü yoktu. “Evladı Fatihan” bu dürtüyle Viyana kapılarına kadar geldi.

***

Osmanlı toplumu Sanayi Devrimi’ne girememiş, İslam’ı Orta Çağ kalıplarından kurtaran ve çağdaş bilimle buluşturan bir reformu gerçekleştirememişti. Oysa izleyen yıllarda ülkenin kuzeydoğusunda bambaşka gelişmeler yaşanacak ve Çarlık rejimi “mujik”leri yoksulluktan kurtaramasa da “modern” bir devlet aygıtı yaratmayı başaracaktı. “Moskof”lar için hedef artık Boğazlardı ve “93 Harbi” (1768) ile Küçük Kaynarca Anlaşması da (1774) bu yolda büyük bir adım oldu.

Gelinen nokta buydu; Osmanlı “denize düşmüştü” ve artık “yılana sarılmak”tan başka çaresi de kalmamıştı. Bu karamsarlık “Batılılaşma” fikri için bir dürtü teşkil etti.

***

Ne var ki bu koşullarda aslında gerçek bir “Batılılaşma”dan çok Batı’ya “sığınma” ve “öykünme” söz konusuydu; bunun en ilginç yorumunu da tarih yazıcılığına “sosyal sınıf” kavramını katan bir Fransız tarihçisi yaptı. Osmanlı Devleti’ni çok iyi tanıyan ve Mustafa Reşit Paşa’yla kişisel dostluğu olan François Guizot, güçlü sadrazamın Avrupa ile ilişkisini şöyle yorumlamıştı: “Genç yaşlarından itibaren Türkiye ile Avrupa ilişkileri içinde yetişen ve bu konularda angaje olan Reşit Paşa (…) Türk Hükümeti’nin Avrupa hükümetleri içinde bir çeşit özümlenmesini, ülkesinin ve sultanın Avrupa politikası içindeki yerini ve ağırlığını koruyabilmesi için tek çare olarak görüyordu” (Mémoires, 1867, c.7, s. 244).

F. Guizot “Türk” sözcüğünü elbette etnik değil, kültürel bağlamda kullanıyordu ve bu sözleriyle de “Tanzimatçılık”ın özünü anlatmaya çalışmıştı. Ne var ki Tanzimatçılar kendilerini “Türk” değil, “Osmanlı” sayıyorlardı. Ama yine de Reşit Paşa, Şinasi’nin Sultan’a “haddini bildiren” bir “ıtıknâme” (özgürlük belgesi) olarak nitelediği Tanzimat Fermanı ile Osmanlı tarihinde yeni bir çığır açacaktı.

***

Tanzimatçıları izleyen Yeni Osmanlılar aslında daha radikaldiler; “Tanzimat”ı bir tür taklitçilik olarak görüyorlardı ve bir “öz” arayışı içine girdiler. Hedeflerinde “cumhur” ilkesi yoktu; “meşveret” (danışma) onlar için yeterliydi ve en parlak temsilcileri Namık Kemal bile “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımladığı ve “O hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” dediği “cumhur”un ülkede “kimsenin aklına gelmediğini” üzülerek yazıyordu (Hürriyet, 1868, Eylül). Nitekim “Türkistan erbabı şebabı”ndan (Genç Türkistanlılar) söz ederek, bir hanedan adıyla anılan Osmanlı Devleti’ni ilk kez “ulusal” bir sıfatla adlandıran da yine Namık Kemal oldu.

***

Arkadan Jön Türkler geldiler. Ne var ki bu seçkin zümre bir birlik oluşturamamış, “asker” ve “sivil” iki kola ayrılmıştı. Askeri kolu Almanya’da eğitilmiş Enver Paşa, sivil kolu da Fransa’da siyaset bilimi okumuş Yusuf Akçura temsil ediyordu ve aradaki çatışmayı da “kalem”i değil, “silah”ı temsil edenler kazandı. “Jön Türk” ruhu “İttihatçılık”a dönüşmüştü ve bu da sonun başlangıcı oldu.

Peki, İttihatçılık neydi?

İttihatçılık, Tarık Zafer Tunaya’nın özlü ifadesiyle, “bir çeşit mistik, bir çeşit dine benzer bir şey” idi ve “İttihatçılar kendilerini “Osmanlı İmparatorluğu’nun tek kurtarıcısı” sayıyorlardı (Mülkiye Dergisi,1984, Haziran). Almanlarla ittifaka bu inançla girdiler; Dünya Savaşı’na bu ruhla katıldılar ve içlerinde felaketi sezenleri de bu bağnaz anlayışla susturdular. Oysa savaş ve yıkımdan sonra Ankara’ya doğru yürüyen işgalcileri durdurma hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemal Paşa, bu boş özgüveni şöyle eleştirecekti: “Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘Yapıyoruz, yapacağız!’ dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. Panturanizm yapmadık, ‘Yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘Yapacağız!’ dedik ve yine ‘Öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (1921)

İşte Kurtuluş Savaşı’mız bu gerçekçi iradeyle yürütüldü; bağımsızlık böyle kazanıldı ve Cumhuriyet de bu devrimci bilinçle ilan edildi.

***

Aradan uzun yıllar geçti ve bu arada “Batılılaşma” tarihimizi her yönüyle aydınlatan zengin bir yazın ortaya çıktı. Varılan noktada da Cumhuriyet’in yüzüncü yıl kutlamalarına yalnız bir yıl kaldı ve günü gelince bu tarihi günü de layık olduğu şekilde kutlayacağız. O halde biz de burada bu yıldönümüne nasıl bir siyasi ve manevi ortamda girileceği konusunda bir saptamayla yetinelim: Ne yazık ki bu yeni yüzyıla devrimci ilkeleri benimsemiş ve bunları kendi mantığı içinde aşmaya çalışan bir yönetimle gireceğimizi söyleyemeyiz! Aksine, “100’üncü yıl”a bu ülkede “çağdaşlaşma” adına yapılan her şeyi bir “istila” şeklinde görüp karalayan karşı-devrimci bir otokrasi altında giriyoruz. Ve en büyük beklentimiz de -bu “fetret” döneminden sonra- önümüzdeki yılın 1923 ruhuyla yeni bir atılımın başlangıcı olmasıdır!

Tüm yurtseverlerin Cumhuriyet Bayramı’nı bu umut ve güvenle kutluyoruz.