Gericiliğin simgesi kara çarşafı alacağız o müzeden. Lime lime edeceğiz. İranlı kadınların saçları gibi, bayraklaştıracağız.

A, CHP solcu değilmiş!
İran’da süren protestolarda kadınlar başörtülerini çıkarmıştı.

Zafer Köse

CHP’nin başörtüsüne ilişkin verdiği kanun teklifi, doğal olarak yoğun tartışmalara neden oluyor. AKP’nin elini zayıflatan bir hamle olduğunu kabul edenler de var, dinciliğe verilen bir taviz olarak görenler de. Bazıları, adeta bağırarak, CHP’nin solcu olmadığını belirtiyor. “A, sahiden mi?” demek geliyor insanın içinden.

Konu elbette yaklaşan seçimlere hazırlıktan ibaret değil. Umurbey’deki Celal Bayar Müzesi’nde sergilenen kara çarşafı göz önüne alarak, biraz daha kapsamlı bakmaya çalışalım.


Bir kara çarşaf hikâyesi

1950’lerde, Celal Bayar, uzun yıllardan sonra doğduğu köye geldiğinde, Umurbey’de görülmemiş bir heyecan yaşanmış. İçlerinden biri, koca bir devlet başkanı olarak aralarına dönüyormuş. Reisicumhur!

Cumhuriyet devrimlerinin bazılarına itiraz ederek, bir ölçüde karşı devrimi hedefleyerek iktidara gelen DP’nin bir temsilcisiydi Bayar. Ama sonuçta, bu devletin başkanıydı, bu halkın lideriydi artık.

Umurbeyliler, çeşitli etkinliklerin dışında, başka bir şey daha yapmak gerektiğini düşünüyordu. Reisicumhurlarını memnun edecek, parayla alınamayacak, çok anlamlı, simgesel bir hediye… Sonunda buldular. Köydeki son kara çarşafı vereceklerdi, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı’na. Dediler ki: “İşte bu, köyümüzde giyilen son çarşaftır; biz artık sana yaraşır biçimde çağdaş giysilerle yaşayacağız!”

“Yeter, söz milletin” sloganıyla yürütülen propaganda çalışmaları sonunda yönetime gelmişti Celal Bayar başkanlığındaki DP. Ve milletin sözü de işte böyleydi.

Dünyadaki herhangi bir merkez parti gibi DP de popülistti. Sağ görüşleri temsil ederken, bir yandan toplumdaki çağdaşlaşma eğilimine uygun biçimde Atatürk’ü koruma kanunu çıkarıyor, çağdaş sanat alanlarında teşvikler veriyordu; bir yandan da oy depoları olan tarikatların, aşiretlerin beklentilerini karşılıyor, özellikle eğitim alanında dinselliği yeniden besliyordu.

Ülkedeki ve dünyada başka dinamiklerin de etkisiyle toplumda dinsellik yükseldikçe, daha dinci ve baskıcı hale geliyordu. 1950’lerin ikinci yarısında, ekonomik ayrıcalıklar ve sansür, iktidarın belirgin niteliği haline geliyordu.

Yönettiğine benzeyen yöneticiler

Sonraki on yılda ise, 1960 darbesinin DP’nin yolunu kesmesinin de etkisiyle ortaya çıkan dinamikler, beklenmedik bir hızla memlekette demokrasi ve emek değerlerinin yükselmesine neden oluyordu.

Bu dönemin daha başında İsmet Paşa, Cumhuriyet gazetesi muhabiri Yaşar Kemal’e “Tek kanatlı kuş uçar mı?” diye sorarak, değişmeye başlayan tavrını açıklıyordu. İnönü, politik alanda iki merkez akımın bulunması gerektiğini, sadece sağ hükümetlerle bir yere gidilemeyeceğini söylüyordu. Dünyadaki demokrasi örnekleri gibi merkez sağ ve merkez sol birbirini denetlemeliydi. Nitekim 1960 ortalarında, İnönü, CHP’nin politik konumunu “ortanın solu” olarak ilan ediyordu.

Bunu daha çok, rejimi koruma kaygısı biçiminde açıklıyordu. Avrupa’da, rejime muhalif bazı sol ve sağ gruplar, bu iki büyük merkez parti ile genellikle bağlantı halinde kalıyorlardı. Bazen onlarla ittifaklar kurup yönetimde kısmen de olsa söz sahibi haline geliyorlardı ama bir şekilde sistemin iki ana akımı içinde eriyorlardı.

Toplumda demokratik taleplerin güçlendiği, TİP’in ve sosyalist hareketin karşılık bulmaya başladığı, sendikaların kurulduğu günler yaşanıyordu. İsmet Paşa’nın bu gelişmeler karşısında hem düzeni korumak hem de kitlelerde sol görüşlerin karşılık bulmasından pay kapmak yönünde bir adımıydı bu.

Karaoğlan: Halkın imgesi

Ecevit kısa sürede, CHP’de sola yönelmeyi savunan grubun öncüsü konumuna geliyordu. İnönü, “ortanın solu” söyleminde biraz frene basmayı tercih ediyordu. Ve toplumda sola eğilim tahmin edilenden de hızlı gelişince Ecevit, parti içindeki rakiplerine karşı mücadelesini kazanıyor, hatta koca İsmet Paşa’yı devirip CHP Başkanı seçiliyordu.

12 Mart Darbesi’nin onca zulmüne ve katliamına rağmen, toplumun sola yönelmesi önlenemiyordu. 1970’lerde tüm zamanların en yüksek oranına ulaşan merkez sol oylar CHP’yi iktidara taşıyordu.

Ama CHP de özünde bir merkez partisiydi. Tıpkı DP gibi popülistti. Ecevit, toplumun gidişatına uygun olarak bir yandan sol söylemi kullanıyor, bir yandan düzeni korumaya öncelik veriyordu. Zaten çıkardıkları Sendikalar ve Grev ve Toplu Sözleşme Yasalarının amacını da öyle açıklamıştı:
“Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini sosyalizme çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu.”

Halk düşmanlığı

Ne Ecevit’in popülistliği ne de derin devletin çalışmaları; Türkiye halkının demokrasiye ve emek değerlerine yönelmesi bir türlü durdurulamıyordu. Yasal kurumlarıyla bunu başaramayan devlet, yasadışı sağcı çeteleri el altından destekleyerek ortalığı karıştırmayı tercih etti. Ne yazık ki, bu şekilde yaratılan terör ortamını “kardeş kavgası” diye nitelendirmeye “solcu yazarlar” da katılıyordu. Oysa düpedüz sağcı-devletçi terördü yaşananlar. Uzun ve kalleşçe yürütülen hazırlıklar sonunda, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi geliyordu.

İşte o günden sonra, merkez sol partiler tutarlı bir sol söylem kullanmadı. Çünkü toplumda sola yönelim büyük ölçüde engellenmişti. Dünyadaki dönüşümler, çok kanallı hale gelen televizyonlar, kitle iletişim güçleri, her şey liberalleşmeyi besliyordu.

Ülkedeki kaynakları değerlendirip hayatı zenginleştiren milyonlarca emekçi her zamankinden çok sömürülüyordu, ama duygularını ve haklarını dile getiren düşüncelerin onlara ulaşma yolları kapalıydı. Artık genel eğilim, kişisel çözümler peşinde koşmaktı. Toplumsal alanda ise düzen karşıtı tepkiler olarak, sadece dinci sesler duyuluyordu.

Düzeni koruyan 'milliyetçi sol'

Merkez sol, bu gidişata karşı, düzeni koruma tutumunu benimseyerek milliyetçiliğe yöneldi. Bu tutumun toplumda karşılık bulması mümkün değildi. Çünkü insanlar zaten düzende değişiklik talep ettikleri için dinci ve liberal partilere yöneliyordu. Onları ancak düzeni emek değerlerine uygun biçimde dönüştürmeye çağırmak anlamlı olabilirdi. Öyle yapmadı “sol”, düzeni korumaya çağırdı. Sonra da o “Atatürkçü-sol-milliyetçi” kesimde, 2000’lerden itibaren muhafazakâr tercihle oy kullanan insanları aşağılama alışkanlığı gelişti.

E, düzeni korumak veya “gericileri” aşağılamak işe yaramayınca memleketin merkez solu, yeni oluşan iyice sağa kaymış merkezin birazcık solunda kendine yer bulmaya başladı. Bu pozisyondan söylenebilecekler “Biz de muhafazakârız, biz de dinselliği onaylarız, diğerlerinden daha milliyetçiyiz” gibi sözlerden ibaret kalıyordu. CHP’nin türbanla ilgili kanun teklifi de bu kapsamda bir konu.

Sömürüye karşı sol

2020’lerin CHP’si, en az 80 yıldır popülist nitelikte bir parti. Bugünün koşullarında ondan solcu tavırlar alması, emek değerlerini ideolojik bir bilinçle savunması beklenemez. Toplumda bir sol eğilim gelişirse, ondan sonra CHP’nin ona uygun değerleri sahiplenmesi beklenebilir ancak.
Dolayısıyla, politik bilince sahip bir solcunun CHP’yi “solcu değil” diye eleştirmesi, sözkonusu olamaz. CHP ile ilgili bu tespit, bir solcu için ancak bir özeleştiriye karşılık gelebilir. “Topluma sol değerleri anlatamadık”; “Özgürlük, laiklik, insan hakları gibi konuların emek değerleriyle ilişkilendirmesini sağlayamadık” demektir; “CHP solcu değil” demek.

Gericiliğin simgesi kara çarşafı alacağız o müzeden. Lime lime edeceğiz. İranlı kadınların saçları gibi, bayraklaştıracağız. Ayrımcılığın, hırsızlığın, enflasyonun, işçilerimizin dünya pazarlarındaki en ucuz kalifiye işgücü haline getirilmesinin, yozlaşmanın, AKP diktatörlüğünün, hepsinin kökeninde, sömürü düzenini sürdürme amacının bulunduğunu anlatacağız.

Biz kendi işimize bakacağız arkadaşlar. Bunu başardıkça, CHP zaten bizden daha çok sahiplenecektir bizim değerlerimizi.