Anaakım medyada ‘bir ilk’ vurgusu konulan haberde, Sakız adasına geçecek sığınmacı teknesinde iki Türkiye vatandaşı aile çıktığını öğrenmiştik. Biri İdilli, diğeri Nusaybinli iki ailenin dörder çocuklarıyla birlikte Suriyeli sığınmacıların arasına karışıp, Yunanistan üzerinden Almanya’ya gitmek istedikleri ortaya çıkmıştı.

‘Ölüm yolculuğuna çıkmadan yakalandılar’ başlıklı haber, sanki bu iki aile tankla topla harabeye döndürülmüş, kuşların, kedilerin, ağaçların öldüğü, yıkık duvarların kenarına evim diye çökmüş kadınların ülkesi, simsiyah yanmış bodrumlarda insan külünün savrulduğu, ilçelerin haritadan silindiği Güneydoğu’dan gelmiyormuş gibi verilse de...
Bu ailelere topraklarını terk ettiren, insan kaçakçılarının teknesine bindiren, öz ülkelerinde sığınmacı kılan, “biz düşman değiliz” diye bağırtan Güneydoğu’daki fiili savaş hali vatandaşlarından sığınmacı üretmişti.
Yeni rejimin, tek kişilik Başkanlık sistemine kitlenmiş, PKK ile karşılıklı sürdürülen 8 aylık ‘mahşeri takvim’ Yeni Türkiye’nin militer gücünü kendi sınırları içinde, yanık insan kokusu tüten ilçelerde nasıl sınadığını fotoğraflar gösterirken, yüz binlerce vatandaşın topluca cezalandırıldığı ve Türk usulü vatandaşlık statüsünün bile molozlara ceset karışmış coğrafyada yok edildiği gerçeği hiçbir fotoğrafa sığmıyordu.


Torbalara taksim edilmiş kemikler, birbiri üstüne yığılmış çocuk, kadın, yaşlı bedenler ve her gün en yoksul evlere teslim bayraklı tabutlar, bu zamanın üzerine telafisi olmayan kolektif travma ve birbirleriyle insani, etik bağları kalmamış, duygusu donmuş korkutulmuş geniş milli kalabalık olduğumuz bilgisiyle çöküyordu.

Ve onları savaştan kaçan Suriyeli sığınmacılarla Ege Denizi’nde boğulmayı göze alıp ‘umuda yolculuk’ adına o tekneye bindiren ülkesindeki ‘kimsesizlik’ ve vatandaş olmanın karşısında zor kullanan otoritenin her zaman kendi gücüne, takdirine göre dolduracağı o ‘boşluktan’ başka ne olabilirdi ki?

Tarih, tankla, topla, tel örgü ve yüksek duvarlarla, medya ve büyük siyasi yalanlarla kuşattığı küresel piyasalara müşteri ve ucuza kalifiye emek olamayacak ‘sistem atık insanları’ asla yakınında bucağında, sınırında bile istemediği gibi ‘potansiyel terörist’ etiketiyle insanlığından çıkarttığı ve depoladığı tarihti.
Nitekim tam da moral değerlerini sınırlarına barikat yapmış, çipil gözlü AB’in sığınmacı anksiyetesi tavan yapmış ve yüzyılın insan kabzımalı edasıyla, ‘sığınmacı depolama ülkesi’ Yeni Türkiye ile Brüksel’de müzakere yapıyordu.
Yorgun emperyal kapitalist Avrupa kadar yorgun ama silah satışları her yıl katlanan Euro zone patronu Merkel, 3 milyar avro daha isteyen müteahhite kat karşılığı arsa veren gecekondu sahibi edasındaki Türkiye’ye haksızlık yapmayalım derken AB’nin Balkan sınırları, sığınmacılara kapatılıyordu.
Yunanistan-Makedonya sınırında haftalardır toprak üstünde bekleyen 13 bin sığınmacının yüzüne Modern Tarihin Avrupa’sı tak diye kapılarını kapatıyordu.
Bu kez çıkamadıkları ‘kapitalist uygarlık krizinin’ mekânı utanç kamplarını Yeni Türkiye’de piyasa şartlarında kıran kırana pazarlıkla kurmak istiyorlardı.

Avrupa’nın geçen yüzyıl üstlendiği kibirli hümanist idealler şimdi Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de sığınmacı teknesi avına çıkmış, diri yakaladıklarını Türkiye’ye teslim edecek olan NATO savaş gemilerince taşınacaktı.
AB ellerini ovuştura ovuştura sığınmacı toplama ve geri kabul göreviyle donattığı bariyer ülke ‘Yeni Türkiye’nin’ İslamcı Yeni Rejimini, Beyaz ve Hıristiyan Avrupa adına kutsarken, ‘bir tek sığınmacıya bile tolerans gösterilmemesi’ konusunu şiddetle tembih ediyordu.
Birikim tarihinin ihtiyacına göre tanımlanan ‘karanlık’ Avrupa kimliğinin kilit özelliği “medya özgürlüğü vs “diye gevelerken...
İslamcı, kuvvetler ayrılığı tanımayan, evrensel hukuk idealini soyutlamayan, Meclis iradesini ipoteklemiş, merkezileşmiş güç ve baskının denetimsizce tek kişinin cisminde toplandığı ve kendi öz sığınmacısını yaratan Türkiye’deki ‘fiili yönetim’ AB’nin alternatifsiz tek ‘sığınacağı’ ülke oluyordu.