AB-Türkiye zirvesinin müzakere denklemi Ankara-Brüksel ilişkilerinin orta vadeli yeni parametrelerine işaret ettiği kadar Avrupalı büyük güçlerin Ortadoğu ve Türkiye siyasetlerini anlamaya da ışık tutuyor

AB-Türkiye Zirvesi'nde faustyen pazarlık!

HAKAN GÜNEŞ* / @hakangunesh

Batılı yayın organlarında Türkiye hakkında olumlu bir haber ya da yoruma rastlamak artık gerçek bir istisna oldu. Ülkemizde “Kayseri Pazarlığı” olarak manşetlere taşınana Türkiye-Avrupa Birliği Zirvesi’nde Suriyeli mülteciler hakkında yürütülen müzakereyi The Guardian, ince ve sert bir kavramla kayda geçti: Faustyen Pakt. İnsanoğlunun dünyevi kazançlar için ruhu karşılığında şeytanla pazarlık edişinin konu edildiği Faust, büyük Alman edebiyatçısı Goethe’nin kaleminde şekillenmeden de önce popüler bir ortaçağ efsanesi olarak pek çok eserde yer almıştı. Erdoğan ile ittifakın “Faustyen bir pakt” olarak değerlendirildiği yazının açıklayıcı tasvirlerine karşın en büyük eksiği Faustyen pazarlığı mülteciler konusu ile sınırlı tutmasıdır.

ABD’de Obama dönemi sona eriyor ve yeni bir dönem başlayacak. Merkel mülteciler siyaseti nedeniyle ülke içinde güç kaybediyor ve bunu engellemenin peşinde. İngiltere’nin ayrılma eşiğinde durduğu Avrupa Birliği’nin önemli ülkeleri ortak bir Suriye ve mülteci siyasetinde anlaşabilmiş, Türkiye ile ilişkilerini, özel olarak Erdoğan-Davutoğlu rejimi ile ortaklıklarını nasıl sürdüreceklerine karar verebilmiş değiller. Ankara Batı’nın anti-Rus ve anti-İran odaklarından (AB’deki Doğu Avrupa sağ bloku ve ABD’deki Cumhuriyetçi-İsrail lobisi ağırlıklı çevreler) Suriye politikasına destek alabileceği her olanağı kullanma gayretinde. İsrail ile “normalleşme” ve Ukrayna ile sıklaştırılan görüşme trafiği bunun önemli göstergelerinden sayılmalı. Mülteci zirvesi bu ortamda tüm bu belirsizliklerin bir ortalaması olarak gerçekleşmiş durumda.

Türkiye-AB zirvesinde nelerin pazarlığı yapıldı?

Geçtiğimiz hafta başında Brüksel’de gerçekleşen zirve olağan bir Türkiye-AB zirvesinden farklı geçti: Ne Türkiye’nin AB adaylık sürecinde gerçekleştirmesi beklenen reformlar ne de açılacak müzakere fasılları gündemde yer buldu. Avrupa’nın yoğun mülteci akını ile karşılaştığı 2015 Eylül’ünden bu yana Türk-AB görüşmeleri 3 ana gündem etrafında şekillenir oldu. Mülteci krizi sonrası 2015 Kasım ayında AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın Zirve sonunda yaptığı açıklama konuşulan konuları şöyle yansıtmıştı: “terör tehdidi, acil meseleler ve ilişkilerin bir takvim çerçevesinde canlandırılması”. Burada acil meselelerden kastedilenin Suriye’den Türkiye’ye oradan Avrupa’ya kitlesel biçimde akmakta olan sığınmacılar sorunu olduğu anlaşılıyordu. Geçtiğimiz hafta yapılan Türkiye-AB Zirvesi’ni de aynı üçlü denklem içinde ancak göçmenlik konusunun öne alındığı bir bağlamda gerçekleşti.

AB-Türkiye zirvesinin müzakere denklemi Ankara-Bürüksel ilişkilerinin orta vadeli yeni parametrelerine işaret ettiği kadar Avrupalı büyük güçlerin Ortadoğu ve Türkiye siyasetlerini anlamaya da ışık tutuyor. Zirve sonunda AB Konseyi’nce yayınlanan 7 Mart tarihli “AB Devlet veya Hükümet Başkanları Bildirisi”nde kayda geçirilen maddeler farklı ülkelerde farklı bağlamlarla öne çıkarıldı.

Türkiye’de Başbakan Davutoğlu sıkı bir pazarlık yaparak ülke menfaatlerine uygun bir yük paylaşımına imza attığını, hatta AB’nin Türk vatandaşlarından 2016 Haziranı’ndan itibaren vize istemeyeceği düzenlemeleri kabul etmesinden de anlaşılacağı üzere Ankara’nın büyüklüğünü ortaya koyduğu mesajını yaydı.

Uzun süredir Batı nezdinde yüksek profilli karelere giremeyen Davutoğlu için bu zirve “muhteşem yanlızlık” politikasını terk edip yeniden “yayı Doğu’ya gerip oku Batı’ya fırlatma” stratejisine dönüş izlenimi veriyor. Elbette Davutoğlu’nun çok stratejik tezlerinin bile 3 ile 7 ay arasında ömrü olduğu düşünüldüğünde konuya fazlaca analitik kıymet biçmemek yerinde olabilir ama hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın zirveye yaklaşımları arasındaki farklılığı da bu vesile ile kayıt altına almalıyız.

Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı rolleri

Türkiye’de devleti ve milleti cumhurbaşkanı, siyaseti ise hükmet temsil eder denklemi AB zirvesi vesilesiyle de görüldü ki tam tersinden işliyor. Davutoğlu iyice sıkışmış dış politikada “devlet adına” yeni nefes boruları ararken Cumhurbaşkanı, sanki yarın seçim olacakmış gibi, başta muhtarlar olmak üzere oy verenlere seslenen konuşmalar yapıyor. AB-Türkiye Zirvesi’nden çıkan kararları bu ülkelerin liderlerine seslenen bir kurgu ve temsil ettiği makamın vakarına yakışır bir tonda değil, Kasımpaşa muhtarlık yarışındaki bir aday adayı edasıyla gerçekleştiriyor.

Cumhurbaşkanı’nın dış politika açıklamalarının bile aslında büyük ölçüde içeride başkanlık süreci ile ilgili olduğu Türkiye-AB zirvesi gibi kritik bir olayda da apaçık ortaya çıkıyor. Hükümet ise Suriye arzularından vazgeçmeksizin içine düşülen yalnızlığı kıracak adımları öne çıkarıyor.

Batı’nın Sürdürülemez Çelişkileri!

Batı başkentlerinden gelen açıklamalar ve önemli gazetelerin zirveye ilişin spotlarına baktığımızda bir başka ciddiyetsizlik de orada görülüyor. Türkiye’de “Vizesiz Avrupa Zirvesi” olarak manşetlere taşınan zirve, Batı’nın kolektif hafızasına “göçmen-mülteci zirvesi” olarak kodlandı. Resmi açıklamalar birbirleriyle çelişen ikircikli tutumları gizleyemiyor: Bir yandan mülteci sorunu düzenlemek, yönetilebilir hale getirilmek isteniyor ancak buna karşılık Suriye’de çözümün bir an önce sağlanmasına yönelik adımlar atılmıyor. Sorunu Türkiye üzerinden frenlemek yahut yumuşatmak yolu deneniyor ancak bunu yaparken de ne Türkiye’nin üyelik sürecine ilişkin gerçekçi bir perspektif sunuluyor ne de Türkiye’nin kendi başına inisiyatif geliştirmesi isteniyor.

Avrupalılar neredeyse ortak bir biçimde Türkiye mülteciler sorunun çözümünde ciddi roller üstelensin ancak buna karşılık Suriye siyasetinde Ankara’nın arkasına Avrupa ve NATO olarak dizilmemizi beklemesin mesajını yineledi. Erdoğan ve Davutoğlu’nun hem bazı cihatçı gruplarla ilişkileri rahatsızlık yaratıyor hem de Kürt illerinde sürdürdükleri operasyonlara ve ülkedeki özgürlüklere ilişkin kısıtlamalar kendi siyaset mecralarında savunulması zor yükler ortaya çıkarıyor.

Yine de mülteci sorununda çözüm ortaklığı karşısında Ankara’ya iki ödül verilmiş görünüyor: Birincisi muhtemelen işadamları, akademisyenler, avukat ve müzisyenler gibi meslek gruplarındaki Türk vatandaşları için kısıtlı bir şekilde uygulanacak olsa bile orta vadede vizesiz Avrupa kapısının açılmış olması, ve ikinci olarak Syriza’nın sosyalist lideri Çipras örneğinde olduğu gibi daha sık kol kola simit yemek, selfie çektirme görevi ifade edilecek olması Ankara’nın AB’den kopardığı iki önemli netice.

Merkel’in mimarı Çipras’ın mihmandarı olduğu siyaset, Erdoğan-Davutoğlu yönetimine siyasi destek anlamına gelecek başka adımlar ile devam edecek mi? Bu sorunun yanıtı 7 Mart’ta yayınlanan zirve sonuç bildirisinde yer alıyor gibi.

Faustyen Pazarlık!

5 yıllık Suriye iç savaşında cihatçıların kazanmasına 4. yıldan sonra dur demeye karar veren ABD ve AB ülkeleri son haftalarda ibrenin giderek cihatçıların ezilme noktasın yaklaştığı Suriye denkleminde yeni bir yol, bulunması kolay olmayan yeni bir strateji arıyor. Batı’nın yaklaşımı şöyle bir dizi çelişik isteği barındırıyor. Cihatçılar yenilsin ama Esad-İran-Rusya da kazanmadan olsun bunlar. İŞİD’e karşı PYD’yi destekleyelim ama Ankara’yı küstürmemek için onlara hiçbir statü vadetmeyelim.

Bu denklemin mevcut haliyle yürütmesi olanaklı değildir. Ancak süreci belirleyen güç unsurudur ve sahadakilerin gücü Batı’nın onlara tanıdığı sınırları delecek büyüklükte henüz değildir. Öte yandan Suriye ve Irak başta olmak üzere ama artık Türkiye ve Yemeni de kapsayan daha geniş bir Ortadoğu çatışma sahasında denklemin parametrelerinin de yavaş yavaş değiştiği ancak şimdi idrak ediliyor. Rusya’nın bölgeye gelmesi sahadaki güçlerin olanakları ve dolayıyla nispi güçlerinin de değişmesine neden oluyor. ABD ve AB ülkelerinin yürütülmesi zor ve çelişik Ortadoğu siyaseti ancak Yemen’den Kafkasya’ya saha da güçler dengesinin değişmesi ile pat durumundan çıkabilir. Aksi takdir de Batı ne cihatçıların ve onları destekleyen ülkelerin tam olarak yenilmesine ne de kazanmasına olanak vermeyen mevcut siyaseti sürdürecektir.

Bahar gelirken Aden’den Amed’e Musul’dan Rakka’ya pek çok çatışmalı gölge yeniden sahadaki aktörlerin güç dengesini kendi lehine değiştirme çabasına sahne olacak. Seküler, demokratik güçler sahada kazanmadan uluslararası denklemin bölgeye refah ve barış bir yana can güvenliği ortamı bile getiremeyeceği apaçık ortada.

* Doç. Dr., İÜ, Siyasal Bilgiler Fakültesi