Avrupa Birliği’nin 25-26 Mart’taki liderler zirvesinde, Türkiye’ye dair bir başka ‘stratejik sabrın sınanmasına’ maruz kaldık. Esasen bu sınamanın marjları, Ankara’daki siyasi heyetin ideolojik yönelimi nedeniyle AB ile önemli kırılmalar bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacak denli geniş.

Zirvenin Türkiye açısından ayırt edici yanı, ABD’de Biden yönetiminin Transatlantik/NATO bağlamını güçlendirmek için kolları sıvadığı döneme denk gelmesinde. Nitekim Biden da AB zirvesine konuk oldu, küresel yaklaşımlarını yeniden iletti. Biden’ın Türkiye’yi Güney Kafkasya, Doğu Avrupa ve Batı Balkanlar’la birlikte ‘ortak yaklaşım geliştirilecekler’ çerçevesinde anması dikkat çekiciydi.

ABD’nin, NATO dolayımıyla Çin ve Rusya’yı hedefe koyarken, AB ile ittifak tazeleme refleksi, Türkiye’ye tavrı etkiliyor. Kulislerden gelen Biden yönetiminin ‘arzusuyla’ Ankara’ya Doğu Akdeniz’deki sondajlar nedeniyle yaptırım getirilmediği haberleri, bana hayli mübalağa geldi. Zira Türkiye’nin durduğu yer, AB ile ABD’nin jeopolitik çıkar ve sosyo-ekonomik model ihtiyaçlarının çakıştığı bir alana denk düşüyor.

KADEMELİ, ORANTILI, GERİ DÖNDÜRÜLEBİLİR

AB zirve bildirisi Türkiye’ye bakışı sergiliyor. En önemli dertleri üyelerinin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarına halel gelmesi. Tamamlayıcı başlık Kıbrıs. Aralık ayında AB Dış Politika Şefi Joseph Borrell Ankara’dan ‘sözler değil eylemler’ beklendiğini akratmıştı. Hepsi geldi.

Ankara ‘iyi NATO müttefiki’ olarak Yunanistan’la önkoşulsuz masaya oturdu. Sonuç önemli değil.

Kıbrıs’ta 2004’ten beri Rumların çözümsüzlükte ısrarları bölünmüş adaya AB üyeliği bahşedilerek mükafatlandırılmışken, sonunda çareyi ‘artık iki devletli çözüm gerek’ diye çırpınmakta bulan Ankara, 27 Nisan’da BM’nin Kıbrıs zirvesine olur vermek durumunda kaldı.

En önemlisi Doğu Akdeniz. Geçen yıl sondajlarla fırtınalar estirmiş Oruç Reis hazirana kadar Antalya Körfezi’ne demirli. Ankara Libya/Mavi Vatan konseptiyle AB’ye meydan okumaktan vazgeçti, sırada asker çekme şartı var.

Yani AB için ‘yeter şartlar’ karşılandı. Doğrusu zirve bildirisinde bu oldukça rahatsız edici bir üslupla ifade edildi: “Türkiye’den, yeni provokasyonlardan ve uluslararası hukuku ihlal edecek tek taraflı eylemlerini tekrarlamaktan kaçınmasını istiyoruz. Böyle bir durumda AB, üyelerinin çıkarlarını ve bölgesel istikrarı korumak için elindeki araç ve seçeneklerin kullanılması konusunda kararlıdır.”

AB ilişkinin gidişatını ‘kademeli, orantılı ve geri döndürülebilir’ vurgusuyla formüle ediyor. ‘Ortak ilgi alanlarında iş birliği geliştirilebilirse’ haziranda daha fazla karar alabilecekler. Klasik ‘havuç-sopa’ taktiğiyle Biden yönetiminin jeopolitik hamlelerine alan açılıyor. İşin sopası çok ama pek havuç yok. ‘Pozitif gündem’ diye sunulanlara bakmak kafi:

GÜMRÜK BİRLİĞİ:

Türkiye AB şartlarını karşıladığını eylemleriyle göstermeye devam ederse Gümrük Birliği’nin güncellenmesi mümkün. Hazirana kadar ‘hazırlık’ süreci. Bu mesele 1995’ten beri en çok da AB’ye yarıyor. ‘Adaylık’ yolunda ilerlemeyen Türkiye AB’nin ihmal edemeyeceği bir pazar. Almanya için 50 milyar dolarlık bir pazardan bahsediyoruz. AB yaptırıma kalkışsa en çok kendine zarar verir. Türkiye pazarının ucuz işgücü ile ara mal montajcısı kılınması tabii AB’nin suçu değil, ülkeye bunları layık görenlerin faydalandığı bağımlılık modeli.

VİZE MUAFİYETİ:

Kaç senedir çiğnenen sakız. Yolsuzlukla mücadeleden, suçluların iadesine uzanan 72 koşuldan en çok ‘terör tanımı’ tartışıldı. Zaten vize muafiyeti gidip Avrupa’ya yerleşilmesi anlamına gelmiyor. Seyahat serbestisinden söz ediyoruz. Dolayısıyla şoförlerimizin altı ayda bir Schengen için elçilik kapılarını aşındırmamasını nimetten saymalı. Pandemi koşullarında bu zirvede sessizce geçiştirildi.

SIĞINMACILAR VE GÖÇ MUTABAKATI:

18 Mart 2016’dan beri ‘para karşılığı sığınmacı bekçiliğine’ dönüştürüldü. Ankara 2020 başında Yunanistan’a sığınmacıları salıp AB’yi ürkütmüştü. ‘İnsani’ standartları yüksek Avrupalılar rejim değişikliği hayalleriyle başlayıp bumeranga dönmüş Suriye savaşını bitirecek politikaları zorlamaktansa Türkiye korkusuyla yaşayıp parayı bastırmayı tercih ediyor. ‘Ahlaki’ çifte standartları, Türkiye’ye ‘övgü’ düzmeye yetiyor. Bu zirveden pazarlığın devamı çıktı. Tabii ‘göç yönetimi ve AB’nin göç stratejisinde Türkiye ile iş birliğinin güçlendirilmesi’ gibi cici biçimlerde ifade edildi.

İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ:

Kopenhag kriterlerinin üzerinden buldozerler geçti. ‘Adaylık’ statüsünün bizatihi kendisi sözde. Dolayısıyla ‘insan hakları ve demokrasi’ çoktan Avrupa Konseyi’ne havale. Zirve bildirisinde şu genel geçerlikte ifade edildi: ‘Hukukun üstünlüğü ve temel haklar kilit kaygı konusu olmaya devam etmektedir. Siyasi partilerin ve medyanın hedef seçilmesi ve yakın zamanda alınan diğer kararlar insan hakları için temel gerilemeleri temsil etmekte ve Türkiye’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ile kadın hakları konusundaki yükümlülükleriyle aykırı düşmektedir. Bu tür konularda diyalog AB-Türkiye ilişkilerinin ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir’.

En başta ‘hangi ayrılmaz parça’ diye sormalı. AB’nin bu alanda da ‘söz yetmez eylem gerek’ deyip demediğini de. Asıl Türkiye açısından demokrasi için laikliğin önemi her geçen gün ortaya serilirken, AB’nin böyle bir derdi hiç yok. Onlar kategorik olarak farklı bir yerde ‘İslamofobi’ ve Fransa’da vuku bulan özgünlükte ‘Fransa İslam’ı tartışmalarıyla meşguller.

Avrupa, pandemi ve aşı krizi, post-Brexit sancılar, Biden ABD’sinin küresel vizyonuna uyum gibi dertlerle uğraşırken, Türkiye ‘bela çıkarmasın’ istiyorlar. Bu yüzden çizgiyi Doğu Akdeniz’den çekip ABD’nin jeopolitik hamlelerine pası attılar. Dış politikanın iç politikadaki tüketim biçimi ve değerini kendi bekası için kullanmakta mahir bir yönetim için daha şahane bir AB zirvesi olabillir mi?