Bizim kuşağın çocukluğu öldü ama onu hatırlatan şeyler hâlâ var. Kalıyor işte, bir mimikte, bir demeçte,bir fuleli koşuda, bir muz ortada. Kalsın da. Abanmayalım yalnız, teknik vuralım. Bu kitapta olduğu gibi

Abanmayacaksın teknik vuracaksın

Ümit Alan

Çocukken futbola aşırı derecede yeteneksizdim. Futbolcu olacak ölçüde bir yetenekten filan söz etmiyorum. Bayağı mahalle maçında bile kadroya alınmayacak bir yeteneksizlik abidesi şeklinde dolanıyordum ortalıkta. Atanalırspor’un en garanti oyuncusu olarak abanıp dağlara taşlara gönderdiğim topları gider alırdım bazen yasaklı bir bahçeden, bazen balkonuna kaçırdığım evin kapısından. Topun sahibi olduğumda kadroya alınıyordum ama onun haricinde tam bir “fasulyeden” kıvamı. Bu yeteneksizliği unutturmak için çılgınca takım kadroları ezberlediğimi, spor tarihi kitapları okuyarak bilgiyle ukalalık yapmaya çalıştığımı hatırlıyorum. O dönemin kadrolarını (milli takımlar dahil) ezberden bugünkülerden daha eksiksiz saymam en çok bu “eziklik”ten ileri gelir. O günlerde takip etmenin, bilmenin oynamaktan daha zevkli olduğuna inandırmıştım kendimi. Profesyonel futbol oynamadan teknik direktör olmuş hocaları da kendime rol model seçmiştim. Oynayamadığım için futbola küsmememi sağlayan başka şeyler de vardı. Metin-Ali-Feyyaz mesela. Eskişehir gibi şehir kulübü aidiyetinin yüksek olduğu bir şehirde insanı Beşiktaşlı yapacak ölçüde önüne sürekleyip götürecek bir rüzgârdı o. “Hani bir sarı fırtına koptu zamansız” diyor ya şarkıda Sezen Aksu. Oradaki Sarı Fırtına’yı Metin Tekin’den başka hiçbir şeye yoramayacak kadar Beşiktaşlılık. Tüm bunları bir çırpıda aklımdan geçiren Elif Çongur’un “Adamın Gol Diyo” (İmge Yayınevi-Kasım 2015) kitabı oldu. Sanırım herkese benzer bir yolculuk yaptıracak.

Muz orta yapar gibi mevzu bağlamak

Elif Çongur’un bazı yazılarını hurriyet.com.tr’de okumuştum, ama itiraf etmeliyim çoğundan habersizdim. Neler kaçırmışım duygusu bir geldi yokladı. Kitabın ismi yanıltmasın. Kitap futbol yazılarından ibaret bir kitap değil. Buz pateninden atletizme, Kenan Onuk’un sesinden Berkin Elvan’ın topuna, Çeseka Angara’dan Kazım Koyuncu’ya, canım Ahmet Erhan’dan Melih Cevdet’e, olimpiyat ruhundan amatörlük övgüsüne pek çok şey geçip gidiyor kitaptaki yazılardan. Gününde anlamlı olan skor yazıları da değil bunlar. Kimi zaman bir şarkıdan, kimi zaman bir film repliğinden giriyor ve ne olduğunu anlamadan sporla ilgili bir mevzuya bağlanıveriyorlar. “Kazım Koyuncu’nun Maradona ile ne ilgisi var, konu Alain Baidou’ya nasıl bağlandı deyip kalakalıyor insan. Birkaç yazıda “ulan bu sefer bağlayamayacak” galiba öylece bırakacak dedim ama yine bağlandı. Hem de çok hissettirmeden bağlandı. Hani Rıza Çalımbay’ın muz ortası misali süzülerek ceza sahasına indi, Kibar Feyzo ağlara yolladı gibi oldu. Belki de Sakar Ali’nin bir yerine çarpmış da kaleciyi kontrpiyede bırakmıştır kim bilir.

Amatörlüğe övgü

Ülkemizde küçümsenen “amatör”lük olgusunun kitaptaki birkaç yazıda yüceltilmesi ise gözlerden kaçmayan başka bir ayrıntı. Artık bir sporcuyu “amatörce hareketler” yapmakla suçlamadan önce bir kere daha düşünürüm gibi geliyor. Zira kitap “klişe imha timi” gibi bu tarz klişelerin de üzerine gidip bir kere daha düşünmeye fırsat veriyor. Örneğin; futbolcu röportajlarının can sıkıcı klişeliğinden Veli Kavlak biraderimin “Köpek gibi koştuk abi” tarzında bir beyanı sıyrılıveriyor. Kitap işte bu tarz sıradışı spor olaylarının peşinde koşuyor. Yazıya bir cümle ara verip sakatlığı sırasında Veli Kavlak’ı çok özlediğimizi eklemek isterim. Deli İbrahim’den sonra deli deli koşuşlarına en çok meftun olduğumuz kardeşimizdir kendisi.

Futbola siyaset karışır mı?

Elif Çongur’un kitaptaki yazılarda sık sık kurcaladığı mevzulardan biri de “futbola siyaset karıştırmayalım” klişesi. Haklı olarak “Siyaset futbola bu kadar karışırken, futbol niye siyasete karışmasın” diye soruyor ve sorduruyor kitap. Hâl böyle olunca mevzu Çizgi Metin’e yani Metin Kurt’a, oradan İbrahim Üzülmez’in “Futbolda da solculuk zor” beyanına bağlanıyor. Metin Kurt gibi yalnız kalmayalım ceza sahasında diye çArşı ilişiveriyor yanı başına, Gezi derken, Ali İsmail derken, Berkin Elvan derken futbola da spora da siyaset karışıyor. Zaten aksi eşyanın tabiatına aykırı, kitap bu öğretiyi ince ince işliyor bana kalırsa..
Sayfalar hızla çevrilip kitap nihayete ererken bir çaresizlik duygusu da geldi yokladı. Ben bu çaresizlik duygusunu Barış Bıçakçı’nın “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” romanındakine benzettim. Hani romanın adının geldiği cümle vardır ya, “Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışardaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu” der ve allak bullak eder insanı. Tıpkı öyle bir duygu. Kitabın hissettirdiği tam da buydu. Sesimiz dışarıdaki çocuk seslerinin arasından nasıl sıyrıldıysa, bazı şeyler de öyle sıyrılıp gitmişti hayatlarımızdan. Bu sıyrılıp gitme halini kitaptaki bir paragraf çok güzel özetledi: “Babam Selçuk Yula’nın Bordeux maçındaki golünden sonra sevincinden radyoya sarılmıştı. Babam da yok, radyo da yok, Ferdi Özbeğen de yok, artık Selçuk da yok. Başkasını bilmem, benim çocukluğum ölmüştür.” Evet, belki bizim kuşağın çocukluğu öldü ama onu hatırlatan şeyler hâlâ var. Her şeye rağmen spor aşkı var. Kalıyor işte, bir mimikte, bir demeçte, bir fuleli koşuda, bir muz ortada. Kalsın da. Abanmayalım yalnız, teknik vuralım. Bu kitap gibi.