Kalpazankaya... Bir kır gazinosu... Yerleşedurulurken; yiyeceklerin-içeceklerin, çatalların-bıçakların sesleri... Tanışların çağrışları birbirlerine ve içiçeliği masaların... ve seviselleri, onun için ordalar; sanki o konukların arasındaymışcasına duran, o havayı, o ortamı soluma istemli, Abasıyanık’ın... Açık havada kurulu ses düzeninden ilk “hişt”te bir algılanmazlık önce, o gürültünün içinde; konuşucu alanda kimseler de görünmüyorsa hani! Ama o kişi ben, arkalarda gizliden gizliye-bir köşeden, Abasıyanık’ın seslenicisi gibi... Sonra uyarırcasına bir ikinci “hişt, hişt...” Ve kitlede “ Ne oluyor yahu!?”lu bir durulma... ve ardından yakalanan sessizliğe bir “Hişt, hişt...” daha soluma: çağrısal, özlem dolu sorgulu ünlemle…

Neredeyse gelenekselleşerek böyle başlar olmuştu Burgaz’da Sait Faik’i anma günleri; o yıllar, benim “Hişt, Hişt!” öyküsünü okumamla... Yanlış anımsamıyorsam, böylesi bir açılış’ı ve bunun olmazsa olmaz’ı o inanılmaz öyküyü ben önermiştim o sıralar; herkes daha oturup yerleşedururken onlara “Hişt, hişt!”lenerek; hep bir yerlerden gelen, ama nerden ve kimden geldiği bilinmeyen o sesle...

“Nerden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nerden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…”

O kısa öykücülük denen “kararı kararında-tadı kıvamında” zorunsallığın büyüsel ozanı; şöyle bir düşündüm de, seni bulguladığımdan bugüne dek uzun yıllar geçmiş. Ne ki, sana özlemim hiç bitmemiş bu süreçte; sık sık dizeklerine gereksinim duymuş yüreğim ve de görünen o ki, bu süreduracak istenç dışı, yaşamımca...

Epeydir, tadı tuzu kalmadı artık senin yerlerinin; İstanbul, senin bildiğin İstanbul değil şimdilerde, Beyoğlu da... Buralardan geçerken acaba can arkadaşlarınla, dostlarınla neler söyleşirdin? Kimdi ki bunlar? Zor bu soruyu yanıtlamak ya, Orhan Veli başta geliyordu herhalde...

Geçenlerde seni anımsayarak Beyoğlu’nda yürürken, “Eh, şunlara çaktırmadan bir “hişt, hişt” demenin zamanı,” dedim içimden; o kargaşalı büyük kalabalıkta yara yarıla ilerlerken: “Hişt hişt... hişt hişt... hişt hişt...”

Meraktan çatlamışsındır mutlaka: “Ne oldu?” diye...

Ne mi oldu?...

Bak ilkyaz göründü. Mayıs ayı geldi; bu yıl yüzüncü doğum yılın. Senin adına toplandığımız gün, orda buluştuğumuzda açıklarım ne olduğunu, olur mu sevgili Abasıyanık, bitanem!