Bilindiği gibi, ABD başkanlık seçimlerinde kendini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Bernie Sanders Demokrat Parti’nin adaylığını kazanabilmek için Hillary Clinton ile kıyasıya yarış içerisinde. Acaba Sanders’in bu çıkışını nasıl yorumlamalı?

İsterseniz önce Sanders’i kısaca tanıyalım. Polonya göçmeni Yahudi bir ailenin çocuğu olarak New York’ta dünyaya geliyor. Üniversitede Amerika Sosyalist Partisi’nin gençlik koluna katılıyor. Partinin bölünmesi üzerine ilerleyen yıllarda Sanders’i daha çok ırkçılık ve şiddet karşıtı hareketlerin içerisinde görüyoruz 1981’de tam da Ronald Reagan ile yeni sağın yükselişe geçtiği dönemde, 68 Kuşağı’nın sığınağı olarak bilinen Vermont eyaletinin en büyük şehri Burlington’un belediye başkanı seçiliyor. Bu görevi üç dönem sürdürdükten sonra 2006’da bağımsız Vermont senatörlüğünü kazanarak yerel yönetimden ulusal politikaya sıçrıyor.

Barnie Sanders 1941 doğumlu. Dolayısıyla ABD başkanlığına soyunmak için oldukça yaşlı, çok sportmen bir görünümü de yok, çok güler yüzlü ve şirin de sayılmaz; kısaca klasik Beyaz Saray adayı kalıplarının dışında. Sanders’in “demokratik sosyalist” etiketi kampanyaya özgü bir PR hamlesinden değil, kendini böyle tanımlayan bir geleneğin takipçisi olmasından kaynaklanıyor; yani gerçek ve sahici.

Hala zevkle okunan Sosyalizm kitabının yazarı Michael Harrington, yayınını sürdüren teorik siyaset dergisi Dissent’in kurucusu Irwing Howe bu akımın en bilinen öncüleri. Amerikalı demokratik sosyalistler üretim araçlarının kamusal mülkiyetini savunmuyorlar. Devletin eşitlikçi sosyal reformlar yapabilecek, gelir dağılımını düzeltici vergi sistemleri uygulayabilecek, toplu taşıma gibi kamusal hizmetleri yaygınlaştıracak ölçüde demokratikleşmesi hedefiyle yetiniyorlar.

Sanders’in kahramanı ise Amerika’nın efsanevi sendika lideri Eugene Debs. Dünya Sanayi İşçileri Sendikası’nı kuran, 5 kez Amerika Sosyalist Partisi’nden ABD Başkanlığı’na adaylığını koyan Debs, büyük Pulman Grevi’nin de örgütleyicisi. Demiryolları Sendikası’nın grevi o zamanın teknolojik koşullarında Amerikan kapitalizmini felce uğratıyor, Başkan Cleveland’ın emriyle ABD Ordu’sunun müdahalesiyle grev kırılabiliyor, tahmin edilebileceği gibi Debs de kendini hapiste buluyor. ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılmasını eleştiren ateşli konuşmaları nedeniyle, isyana teşvikten 10 yıla mahkum oluyor, cezaevindeki okumalarıyla giderek Marksizm’e yaklaşıyor. Sovyet Birliği’ne büyük sempati besliyor. Kısaca Sanders’in rol modeli devrimci bir işçi önderi.

Kısa adıyla Bernie, Iowa eyaletini kıl payı kaybettikten sonra, New Hampshire’de Hillary’i açık farklı bir yenilgiye uğrattı. Geçen hafta sonu Nevada eyaletinde aynı başarıyı tekrarlayamasa da, Sanders’in ulusal anlamda çıkışı sürüyor. Demokrat Partiye oy veren seçmenler nezdinde Hillary ile arasındaki fark iyice daralmış durumda. Özellikle Milenyum kuşağı olarak bilinen gençler arasında ezici bir üstünlüğü bulunuyor. Bayan Clinton ise Afrikalı-Amerikalılar ve emeklilerin favorisi olmaya devam ediyor.

Sanders asıl ivmeyi seçim kampanyasının finansmanını demokratikleştirerek ve şeffaflaştırarak sağladı. 200 dolardan fazla bağış toplamama ilkesiyle 2015’te 681 bin kişiden tam 41.5 milyon dolar topladı. Kampanya hız kazandıkça ortalama bağış miktarı 27 dolara kadar geriledi. Clinton kampı ise üst limiti 2700 dolar olmasına karşın, eski First Lady’nin büyük bankalardan konferans verme karşılığı büyük paralar devşirdiği anlaşıldı. Goldman Sachs, UBS gibi 8 bankanın bu mekanizmayla 1.8 milyon dolar ödeme yaptığı gün ışığına çıkarıldı.

Sanders’e sosyalist, marksist çevrelerden yerinde eleştiriler yöneltiliyor. 2003’te Irak işgaline karşı çıktığını hatırlatmak dışında Amerikan emperyalizminin saldırganlığına fazla laf etmediği vurgulanıyor. Her şeye karşın ABD’yi Esad’ı devirmek için daha aktif olmaya davet etmiş bulunan kimi “devrimci” çevrelerden ehven-i şer konumunu vurgulamadan geçmeyelim. Sosyalizmden bir düzen değişikliğini değil, kapitalizmin reformunu kastettiğinin altı çiziliyor. Enternasyonalist bir ufku bulunmadığı, ABD işçilerinin küreselleşme ortamında kaybettiği istihdamı yeniden kazandırmak gibi korumacı bir çizgiyi temsil ettiği hatırlatılıyor. Bu itirazları kabul etsek de, Sanders’in işçi sınıfının yükselişini engellemek için bir paratoner olarak monte edildiği iddiası mesnetsiz görünüyor.

Örnekler uzatılabilir ama bizzat Sanders İsveç-Danimarka modelini benimsediğini, Küba’yı, Venezuella’yı örnek almadığını belirtiyor. Yine de ABD’de yüzde 1’lik elite karşı yüzde 99’un temsilcisi olarak kendini ilan etmesi, Wall Street egemenliğini teşhire soyunması küçümsenmemeli. Kamu üniversitelerini parasız hale getirme, sosyal güvenlik ödemelerini yaygınlaştırma, ticari bankacılık ve yatırım bankacılığını ayırma, kamusal sağlık hizmetlerini yaygınlaştırma gibi seçim vaatlerinin, kendisi seçilsin veya seçilmesin emekçi kesimler tarafından meşru talepler olarak daha inandırıcı biçimde gündeme getirilebileceği gözönüne alınmalı.

Özellikle asgari ücreti, saat başı 15 dolara Kasım’da yükselteceğini ilanının toplumsal karşılığı bulunuyor. “Fast food” sektöründe 300 şehirde gelişen işçi eylemi ciddi bir direniş dalgası yarattı. “15 için mücadele” hareketi ABD’de saatte bu miktarın altında kazanan tam 64 milyon kişiyi doğrudan ilgilendiriyor.

Özetle Bernie Sanders’i büyük bir sosyalist devrimci ilan etmek, onda ABD emperyalizmini dizginleyecek, kapitalizmi dönüştürecek bir potansiyel tevehhüm etmek gerçekçi değil. Ne var ki, Amerika gibi bir ülkede sosyalizmi cesurca telaffuz etmesi, milyonlar için üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir kavram haline getirmesi küçümsenmemeli. Aynı şekilde emeğiyle geçinen kesimler lehine reform önerileri de değer taşıyor. Kim ne derse desin Donald Trump gibi ırkçı, dolandırıcı, emek düşmanı bir figürün dahi karşılık bulabildiği bir ülkede ister istemez Bernie Sanders’in varlığı bana heyecan veriyor.