Trump’un seçim sloganının “Amerika’yı yeniden büyük güç yapacağım” olması boşuna değil. Dış politikasında daha izolasyonist bir çizgi takip edeceğini söyleyen Trump bu sloganla, ABD’yi uluslararası alanda yeniden süper güç yapmak isteyeceği mesajını vermemekte

ABD seçimlerinin ötesinde: Sıtmaya razı olmayanların isyanı

BEHLÜL ÖZKAN
Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Amerikan müesses nizamının Hillary Clinton’a verdiği tüm desteğin hilafına Trump’un başkan olduğu gün, ancak bu kadar sembolik bir tarihe denk gelebilirdi: 9 Kasım 2016, Berlin Duvarının yıkılmasının 27. yıldönümü. Liberal demokrasiyi ve serbest piyasa ekonomisini savunan elitler duvarın yıkılmasıyla “Tarihin Sonunu” ilan ederken, sosyal refah devletinin ortadan kaldırılmasını da coşkuyla kutluyorlardı. Yıkılan sadece Berlin’deki duvarla sınırlı kalmadı. Küreselleşme çağında finansın ve uluslararası ticaretin önündeki tüm duvarlar yerle bir edilirken, emeğin yıllar süren mücadelesinin sonunda edindiği kazanımlar çok uluslu şirketlerin çıkarları uğruna birer birer kaybediliyordu. Her şey piyasanın çıkarları doğrultusunda belirlenmeliydi. Aradan geçen çeyrek asırlık dönemde kurulan siyasi/ekonomik düzen, Avrupa ve ABD’de orta ve yoksul sınıflar için yaşamı giderek çekilmez hale getirdi. Neoliberal düzenin avukatlığına soyunan merkez sağ ve merkez sol partiler ve elitleri, sistemin darbe vurduğu geniş toplumsal kesimleri temsil etmek değil, sadece yönetmek istiyordu. ABD demokrasisinin bahsettiğimiz dönemde hanedanlıklar iktidarını andırması tesadüf olmasa gerek: Baba Bush ve ardından oğul Bush’un başkanlığı, Bill Clinton’dan sonra Beyaz Saray’a eşi Hillary’nin talip olması.

“Kaybedenler Kulübü”

Berlin Duvarının yıkılması, İsrail ve Filistin arasında imzalanan Oslo Anlaşması, Güney Afrika’da ırkçı (Apartheid) rejiminin çöküşü ve Mandela’nın başkan seçilmesiyle giderek yükselen 1990’lardaki barış ve umuda dair beklentilerin yerinde bugün yeller esiyor. Neoliberalizmin “kaybedenler kulübünü” oluşturan geniş kesimlere hâkim olan duygular; kızgınlık, öfke, çaresizlik, korku. Batıda hemen her ülkede göçmen karşıtlığı, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi farklı dinamikler değişen ağırlıkta etkili olsa da, mevcut düzene duyulan reaksiyoner tepkinin omurgası ekonomik dışlanmışlık. ABD’de 2000-2010 yılları arasında sanayi sektöründe çalışan 5,3 milyon kişi işinden oldu. 1975-2007 yılları arasında muazzam bir gelir artışı yaşayan ABD’de, nüfusun %90’nına bu gelir artışından sadece %18 pay düşerken, Amerikan toplumunun en zengin %1’i ise artışın %47’sini alıyordu. Kısaca neoliberal düzenin kaymağını zengin kesimler yerken, koruma duvarlarının kaldırılmasıyla patlayan uluslararası ticaret neticesinde kapanan fabrikalardan atılan milyonlarca mavi yakalı, işsiz kalarak bedel ödemeye mahkûm edildi: evlerini, kariyerlerini, geleceklerini kaybettiler. Şimdi bu kaybedenler aşırı sağa yönelerek kendilerine ölümü göstererek sıtmaya razı etmeye çalışan müesses nizama ve temsilcilerine isyan etmekte. Yıllardır geçirdikleri sıtma nöbetinden sonra artık ölüm de onları korkutmuyor. Finans dünyasının kalbi, New York şehrinin merkezi Manhattan’da Clinton’a %87 gibi rekor oy çıkarken, Trump’un sadece %10’da kalması; mutlu azınlığın sistemin devamına yönelik beklentisini çarpıcı şekilde gözler önüne seriyordu. “Kaybedenler kulübünü” oluşturan kesimlerse tercihlerini Trump’tan yana yaparak adeta “durdurun neoliberal treni, inmek istiyoruz” dedi. Seçim sonuçlarının açıklanmasıyla Manhattan’ı kaplayan sessizlik, korku ve endişe sırasının elitlere geldiğini gösteriyordu.

İkinci Altın Yaldızlı Dönemin Sonu mu?

abd-secimlerinin-otesinde-sitmaya-razi-olmayanlarin-isyani-208556-1.

Mark Twain 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen Amerikan kapitalizmini “altın yaldızlı dönem” (Gilded Age) olarak tanımlar. Kapitalist düzenin iktidarını elinde tutan elitler 1870-1929 arasında müthiş bir hırs ve açgözlülükle inanılmaz kazanımlar elde etti. Yolsuzluk ve kayırmanın egemen olduğu haksız kazanç düzeninin geniş kitleler üzerinde yarattığı ekonomik ve siyasi baskıyı ise altın yaldızla kaplayarak gizlediler. 1929 ekonomik buhranıyla düzenin yaldızları döküldü ve gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. 1932’de Demokrat Partiden başkan seçilen Roosevelt “organize olmuş sermayeye” karşı yoksul ve orta sınıfların çıkarlarını kollayan sosyal refah devletinin kurulması için gerekli adımları attı. Ancak 1980’lerde Reagan dönemi sosyal refah devletini sona erdirdi. Reagan ile başlayan, emeğin kazanılmış haklarını ortadan kaldırarak toplumun en zengin kesiminin çıkarlarını dikkate alan İkinci Altın Yaldızlı dönemin sonuna yaklaşıldığı aşikâr. Neoliberal düzenin elitlerine, medyasına, finans baronlarına, uzmanlarına duyulan tepki, Trump’un başkanlığına giden kapıyı açarken çok sayıda belirsizliği de beraberinde getirdi. Emlak milyarderi olan Trump, ekonomik sıkıntılar altında ezilen milyonların sesi olduğunu sürekli vurguluyor. Başkan seçilmesinin ardından yaptığı ilk konuşmada “ülkemizin unutulmuş erkek ve kadınları artık unutulmayacak” dedi. Trump’un başarısının ardında Cumhuriyetçi Partinin geleneksel oy deposu olan muhafazakâr seçmenin ağırlıkta olduğu iç ve güney eyaletlerine ek olarak; Ohio, Pensilvanya, Michigan gibi otomotiv, demir-çelik gibi sanayi sektörlerinin yoğun bulunduğu eyaletleri de kazanması var. 2012’de Obama’nın kazandığı bu üç eyaleti bu seçimlerde Clinton kaybetmese başkan seçilecekti. Ancak Trump mavi yakalı kesimlerin adeta silindir gibi ezildiği bu eyaletlerin kritik önemde olduğunun farkındaydı. Kampanyasında Meksika gibi işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere fabrikalarını taşıyan Amerikan şirketlerini tekrar ülkeye döndüreceğini vaat etti. Yasadışı göçmenleri ABD’den göndererek işsizliği düşüreceğini söyleyen Trump’un, göçmen akınını önlemek için bulduğu çözüm ise Meksika sınırına duvar inşa etmek.

Temsil Krizi ve Aşırı Sağın Yükselişi

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batıda sağlıklı bir demokrasinin ancak ve ancak orta sınıfların çıkarlarını gözeten sosyal refah devletinin denetimindeki bir kapitalizm içinde yaşayabileceğini kabul eden paradigmayı neoliberalizm ortadan kaldırdı. Kapitalizmle demokrasi arasındaki evlilik sona erdi. Bunun neticesinde emek yoğun sektörlerde çalışan orta sınıfların mevcut sistem tarafından dışlanması, merkez sağ ve merkez sol partilerin çökmesi, son dönemde Batıda aşırı sağ partilerin güçlenmesinin zeminini hazırladı (Yunanistan’ı uzun yıllar yönetmiş merkez sol parti Pasok 2015 seçimlerinde oyların sadece %4.7’sini aldı). Bu dönüşümü yakından takip eden Trump’un seçim sloganının “Amerika’yı yeniden büyük güç yapacağım” olması boşuna değil. Dış politikasında daha izolasyonist bir çizgi takip edeceğini söyleyen Trump bu sloganla, ABD’yi uluslararası alanda yeniden süper güç yapmak isteyeceği mesajını vermemekte. Trump, ülkelerinin ellerinden kayıp gittiğini düşünen beyazların sesi olarak, onları tekrardan düzenli bir gelire sahip oldukları asrısaadet günlerine geri götüreceğini vaat ediyor. Bunu çarpıcı bir örnekle açıklayalım. Clinton metropolitan şehirlerde yaşayan seçmenlerinin çevre konusunda hassasiyetlerini dikkate alarak, kömür madenlerinin önemli bir kısmını kapatacağını vurguladı. Bu durum madenlerde çalışan binlerce işçinin ve ailelerinin, ekonomisi bu madenlere bağlı kasabaların ekonomik açıdan yok olması demek. Trump ise ısrarla çevre konusundaki hassasiyetleri dikkate almayarak, kömür madenlerini açık tutacağını söyledi. Madenler bir kesim için ekonomik açıdan hayatta kalmak, diğer taraf içinse doğanın ve çevrenin katledilmesi demek.

Ancak burada temel sorun, tam bir demagog olan Trump’un iktidara gelebilmek için her yolu mubah görerek demokratik ilke ve değerleri ayaklar altına alması. Başkanlık tartışmaları sırasında başkan seçilirse Clinton’un tutuklanması için çaba sarf edeceğini söyleyecek kadar pervasız davranan Trump, diğer yandan da beyaz seçmenin nezdinde cazibesini artırmak için göçmen karşıtı ırkçı aşırı sağ bir söylem kullanmaktan çekinmedi. Trump’un iktidarında, iki yüzyılı aşkın demokrasi tarihi ve güçlü anayasal kurumlarıyla ABD’nin, 1920’lerin Almayasında Weimar Cumhuriyetine benzer şekilde yıkılacağını beklemek gerekçi değil. Ancak geçmişinde bölünerek iç savaş yaşayan ABD’nin, ırkçılık ve ayrımcılığın damga vurduğu tarihini göz önüne aldığımızda geleceği de pek parlak görünmemekte. Obama döneminde bile siyahların kitlesel ayaklanmalarının güçlükle bastırıldığını düşünürsek, Trump’un başkanlığının ciddi toplumsal kriz ve patlamalara gebe olduğunu söyleyebiliriz.

Duvar çözüm mü?

İnternet ve bilişim çağında baş döndürücü bir değişim içindeyiz. Üstelik içinde yaşadığımız dönemde özellikle Batıda geniş toplumsal kesimler bir yandan kültürel olarak bu değişime adapte olamaz geleneksel değerlere sığınıp reaksiyoner siyasi tepkiler verirken, diğer yandan da ekonomik açıdan ciddi kriz içindeler. Ancak küresel adaletsizliğin sadece onları değil, dünyanın geri kalan kısmında yaşayan milyonlarca insanı vurduğunu da eklemek gerekir. Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu’da hayata tutunamayan, savaşlardan kaçan milyonlarca kişi Batıya yönelerek tarihin en büyük göç dalgasının içinde mücadele veriyor. Dahası bugünkü göç dalgasından yıllar önce Batıya gelmiş veya zorla getirilmiş olanların torunları ve çocukları içinde bulundukları toplumlarda yükseliyor. ABD’yi geçtiğimiz sekiz yıl boyunca siyah bir başkan yönetti, bugün Londra belediye başkanı Pakistan asıllı bir Müslüman. Bu dönüşüme tepki olarak sadece son bir yılda ülkeler arasındaki sınırlara 15 duvar inşa edilmesi akıllara Çin Seddinin yapımını, Roma İmparatorluğu’nun kavimler göçüne karşı direnmek için beyhude bir çabayla sınırlarını tahkim etmesini getiriyor. Berlin Duvarı’nın bile 30 yıl ayakta kalamadığını düşünürsek, Trump’un örmek istediği fiziksel duvar küresel adaletsizlik sürdüğü ve bu düzenin lideri ABD kaldığı müddetçe Amerikan toplumunu ne kadar güvende tutar? Bundan daha da vahimiyse, Trump’un zihinsel duvarlar inşa ederek aşırı sağ siyasetle bir mozaiği andıran ABD toplumunun fay hatlarını tetiklemesi olacak. Karanlık bir döneme girdiğimiz kesin.