ABD’de Marksist, sosyalist bir siyasi çizgi yok mu? Elbette var, hem de güçlü sayılabilecek ölçüde. Fakat ABD’nin sol siyaseti dünyanın diğer yerlerindeki sol siyasetten biraz farklı bir yapıya sahip.

ABD ve kesişimsel sol
Fotoğraf: Vidar Nordli Mathisen/Unsplash

Mert KARACA

Marx’ın “tarihin sonu” tezinden yola çıkarak bir ülkede kapitalizm ne kadar derinleşmişse o ülkede sol hareketlerin o kadar güçlü ve sosyalist devrim ihtimalinin o kadar yüksek olacağını söyleyebiliriz. Emperyalist işgallerden savaş endüstrisine, eğitim ve sağlık gibi temel insani hakların istisnasız özelleştirilmesinden lobicilik temelli işleyen yasama sistemine, sendikalaşmaya karşı açılmış topyekûn savaştan hayatın her alanını esir almış tüketim kültürüne, yakıcı düzeyde yaygın olan evsizlik ve yoksulluktan trajikomik bütçelerle sakat bırakılmış sosyal yardım sistemine dünyada kapitalizmin ABD’den daha fazla derinleştiği bir yer var mıdır emin değilim. Peki, gerçekten ABD dünyada sosyalist devrime en yakın ülke mi?

Bir yıldır ABD’nin “Siyahilerin Mekke’si” diye bilinen Atlanta şehrinde yaşıyorum ve görece ucuz ve yerleşmesi kolay bir devlet üniversitesinde Ahlak Felsefesine Giriş dersi veriyorum. Lisansüstü öğrenci asistanları sendikasında ve yaşadığım mahalle olan, Amerikan Sivil Haklar Hareketi’nin kalbi Sweet Auburn’de biraz da olsa sol siyaseti ve yoksulluğu gözlemleme şansım oldu. Bu deneyimlerimden yola çıkarak önce az önce sorduğum sorunun cevabını vermeye çalışacak, daha sonra da Türkiye’de sol siyasetin buradakinden nasıl ayrıştığından bahsedeceğim.

Öncelikle şunu söylemem gerekir ki ABD’nin sol bir çizgiye yasal reformlarla gelmesi imkânsız. Burada hüküm süren iki partili sistem, seçimler ve yasama gibi demokratik süreçlerin hepsini piyasa ve sermaye yanlısı bir çerçeveye hapsediyor. Demokrat Parti, Cumhuriyetçi Parti’ye göre daha ilerici bir noktada konumlansa da kapitalist değerlerden taviz vermeyeceğine dair tutumunu her fırsatta hatırlatıyor. Bunun en önemli örneklerinden biri, parti içindeki başkanlık adaylığı yarışında Bernie Sanders karşısında Joe Biden’a gösterilen güçlü destek. Yeri gelmişken Demokrat Parti bünyesinde Bernie Sanders ya da Alexandria Ocasio-Cortez gibi ABD standartlarına göre solcu sayılabilecek isimlerin mevcudiyetinden konuşmakta da yarar var. Bu kişiler; zenginlerden alınan vergilerin artırılması, iklim krizini gözeten üretim düzenlemeleri, yoksullukla mücadele kapsamında sosyal yardıma daha fazla bütçe ayrılması, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti, polis ve ordu harcamalarının azaltılması, işçi sendikalarının yaygınlaştırılması gibi ana akım Amerikan siyaseti için radikal sayılabilecek bazı görüşlere sahipler. Tüm bunlar Amerikan işçi sınıfı için önemli kazanımlar olacak olsa da bu kişilerin herhangi bir Marksist ekonomik devrim fikrine bağlılıkları bulunmamakta. Sanders ve Ocasio-Cortez’in Amerikan halkına vadettiği şey Kuzey Avrupa tipi refah devlet sisteminden ötesi değil. Bu sistemin de temelinde yatan emek sömürüsü gerçeğini düşündüğümüzde bu popüler siyasi figürlerin Demokrat Parti içinde yükselerek ABD’de sol bir devrime öncülük edebileceklerini düşünmek en basit tabiriyle yanılgıdır.

ABD siyasetinin sağa sıkışmışlığına dair bir başka belirleyici nokta ise ülkede eğitim ve siyasetin en önemli yapı taşı olan karikatürize edilmiş ve kutsanmış bir liberalizm. Herkes için düşünce ve ifade özgürlüğü, her kesime eşit mesafede olmak, kişilerin karakterlerinden ziyade fikirlerine odaklanmak gibi değerler üniversitelerde ve siyasi tartışmalarda en çok altı çizilen unsurlar. Yani ABD’de siyaset konuşacak herkese şu öğretiliyor: “Kürtaj karşıtı hareketlere de saygı duy ve seslerini kısma, sadece CNN değil Fox News da izle, Trump iğrenç biri olabilir ama bu dış politika konusundaki görüşlerini komple yabana atmamıza neden olmamalı”. Bu aslında bir ütopya sanrısından başka bir şey değil. Buradaki hemen herkes, eğer her kesime yeterince kendini ifade şansı verilir ve herkes herkesi dinlerse, günün sonunda son derece rasyonel vatandaşlar olarak tüm toplum için en iyi seçenekte mutabık kalacağımıza inanıyor. İşin gerçeklik boyutunda ise medyadan resmi kurumlara tüm söylem araçlarına hükmeden sağ siyaset, bütün tartışmaları ve sonuçlarını bu dirençsiz ortamda kolaylıkla tayin etmeye devam ediyor.

Peki, ABD’de Marksist, sosyalist bir siyasi çizgi yok mu? Elbette var, hem de güçlü sayılabilecek ölçüde. Fakat ABD’nin sol siyaseti dünyanın diğer yerlerindeki sol siyasetten biraz farklı bir yapıya sahip. Bunun en büyük nedeni ABD’nin kapitalizme gelene kadar yaşanan tarihsel gelişim sürecini ve sınıf çatışmalarını hiç tecrübe etmemiş, proje düzeyinde saf kapitalist değerlere bağlı çok genç bir ülke olması. Buradaki toplumsal çatışma tarihi, bir sınıf çatışmasından çok, ırk ve toplumsal cinsiyet temeli üzerinden şekillenmiş vaziyette. Afrika kökenli Amerikalılar, kadınlar ve LGBTİ+ bireyler yüzyıllar boyunca Amerikan toplumu içerisinde sömürüye, baskıya ve eziyete karşı en savunmasız bırakılmış toplumsal gruplar. Fakat zaman içinde bu gruplar politize, oldukça maruz bırakıldıkları tüm bu şiddetin temelinde yatan olgunun kapitalizm olduğunu ve bu eşitsizlikten çıkış yolunun sosyalist bir devrimle mümkün olabileceğini fark ediyorlar. Dolayısıyla buradaki ırk ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelelerinin merkezinde Marksist bir ideoloji yatıyor. Bir başka deyişle kapitalizm karşıtı mücadele, ABD siyasetinde ırkçılık ve erkek tahakkümü karşıtı mücadeleyle iç içe geçmiş biçimde kendine yer buluyor.

Burada beni en çok etkileyen şey; özellikle kitlesel siyasi organizasyonların, karikatürize bir kimlik siyasetine sıkışmaktansa sömürünün kesişimsel dinamiklerini kavrayan ve buna karşı yapısal ölçüde mücadele veren bir noktada konumlanması. Afrika kökenli Amerikalıların, kadınların ve LGBTİ+ bireylerin uzun yıllar boyunca maruz bırakıldıkları sömürü ve ekonomik şiddet, bu gruplarda önemi yadsınamayacak düzeyde bir Marksist sınıf bilincinin gelişmesine vesile olmuş. Dolayısıyla sırf mevcudiyetleri politik olan bu kişiler; içinde bulundukları ekonomik, politik, sosyal ve kültürel yapının sömürüden beslenen adaletsizliğine dair farkındalık sahibi olmuşlar. Öte yandan bu kişileri siyaseten destekleyen fakat bu kişilerin maruz kaldığı ekonomik baskı ve sömürüyle yüzleşmemiş kişiler, kendi solculuklarını küçüklükten beri içinde konfor alanı buldukları liberal bireycilikle harmanlıyorlar. Örnek verecek olursam; burada beyaz, orta sınıf bir birey için sol siyaset kişilerin tercih ettikleri zamirlere saygı duymaktan öteye gidemezken, yoksul bir Afrika kökenli Amerikalı içinde bulunduğu sömürü düzenini sona erdirmek adına Marksist, sosyalist bir devrim için mücadele ediyor.

Gelelim sorumuza: ABD sosyalist devrime ne kadar yakın? Marx’ın da ön gördüğü üzere, kapitalizmin hayatın her alanına sirayet eden yıkıcı derinliği sayesinde Amerikan toplumunda sınıf bilinci oldukça yüksek düzeyde. Fakat ülkedeki her şeyde olduğu gibi, sol siyaset konusunda da en az söz sahibi olan kesim yine bu sınıf bilincine sahip kesim. ABD ana akım solu, bu kesişimsel siyasi hareketi sahiplenmek yerine liberal ve bireyci bir göstermelik kimlik siyasetinin içine sıkışıp kalmış durumda. Ülkedeki Afrika kökenli Amerikalılar, kadınlar ve LGBTİ+ bireylerin peşinde olduğu sosyalist sol devrime ulaşabilmeleri için öncelikle reformist ve liberal soldan bayrağı devralmaları gerekiyor.

Peki ya Türkiye ne kadar ABD’ye benziyor? Bana sorarsanız, korkunç derecede fazla… İttifak siyasetine sıkışmış iki sağ kutuplu demokratik süreçler, Batı’dan ithal edilmiş bireyci ve popülist kimlik hareketleri ve sınıf bilincinden yoksun liberal muhalefet ekseninde şekillenen günümüz Türkiye siyaseti de sol devrim adına çok fazla ışık vermiyor. Halbuki bizim de kendimize ait ve tarihsel olarak köklenmiş kesişimselliklerimiz mevcut: Devrimci Yol çizgisinde işçinin, köylünün, kadının ve gencin kapitalizme karşı verdiği ortak hayat mücadelesini kendine dert edinmiş sosyalist sol bir devrim arayışı; Türkiye solunun ABD çerçevesine sıkışmış çaresizliğinden çıkışının reçetesidir.