Kurgu ile gerçek, fantezi ile hakikat arasındaki açının daralarak gözden yittiği, yalanın hükmünü ülke ve hatta insanlık tarihinde görülmemiş ölçüde icra ettiği zamanlardan geçiyoruz. Siyasetçisiyle, köşe yazarıyla, sanatçısıyla, televizyonuyla, gazetesiyle, bir büyük yalan endüstrisi, sonsuz kolları olan bir canavar misali, bir büyük yalanı ve onun türevi başka yalanları planlı programlı bir şekilde, her gün yeniden ve yeniden üretiyor, halkın zihnine düzenli bir şekilde boca ediyor.

Bir süredir televizyon dizileri bu büyük yalan endüstrisinin en önemli araçlarından biri olarak karşımıza çıkıyor; televizyon dizileri tam da zamanın ruhuna uygun bir kurguyu, bir fantezi evrenini ekranlardan evlere bir tür afyon misali yayıyor, kitleleri efsunluyor. Söz konusu yalan endüstrisinin “Osmanlı” ve “savaş” dizilerine yoğunlaşması ise şüphesiz bir tesadüf değil; yeni-Osmanlı hayalleriyle savaş politikalarının toplumu ve siyaseti dizayn etmek için kullanıldığı bir konjonktürde, “toplumsal algının popüler kültür ürünleri aracılığıyla inşası” diye tarif edebileceğimiz süreç, özellikle bu diziler üzerinden işletiliyor.

“Osmanlı” dizilerine biraz daha yakından bakalım. Bu dizilerden birinin Osmanlı’nın kuruluş dönemine odaklanırken, diğerinin ise Abdülhamid dönemine odaklanması şaşırtıcı değil. Dizilerden ilkinin –Diriliş- isminin de işaret ettiği “yeniden doğuş” temasına hem Alman Nazizminde, hem İtalyan faşizminde rastlayabiliyoruz, Naziler III. Reich’ı, İtalyan faşistleri yeni-Roma’yı kurmayı, imparatorluğu yeniden diriltmeyi bir vaat olarak toplumun önüne koyuyorlar. Bizde de yeni-Osmanlı, Osmanlı’yı yeniden diriltme iddiası buna denk düşüyor. Dizinin adının İslami kesimin önemli şairi Sezai Karakoç’un fikriyatının merkezinde yer alan “Diriliş” kavramından alınmış olduğunu da eklediğimizde tablo tamamlanıyor.

“Osmanlı” dizilerinden diğeri, kaçınılmaz olarak, Abdülhamid dönemine odaklanıyor. “Kaçınılmaz olarak” diyoruz, çünkü “bir mitos olarak Abdülhamid”in geçmişten bugüne İslamcılığın söylemi içerisindeki merkezi yerini biliyoruz. Necip Fazıl’dan günümüze yakın tarih Abdülhamid figürü üzerinden yeniden yazılıyor ve bugün de yeni rejimin tarih anlatısı Abdülhamid mitosu üzerine inşa ediliyor. Dizi de buna uygun bir şekilde ilerliyor, Abdülhamid İngiliz Büyükelçisi’ni tokatlıyor, Paris’te sahnelenecek olan ve “peygambere hakaret eden” bir piyesle ilgili olarak Fransız Büyükelçisi’ni tehdit ediyor, Duyun-u Umumiye temsilcisinin başına silah dayatıyor.

“Savaş” dizilerinin ortak teması ise belli: Kürt coğrafyasında ve Suriye’de devam eden savaş. Bu dizilerin hemen hepsinde devletin bekasının tehlikede olduğunu gördükleri anda “devlete küsülmez” diyerek tekrar göreve dönen Ergenekon/Balyoz kumpaslarının mağduru askerleri görüyoruz. Bu askerler, Fethullahçılara karşı ve devletin bekası adına iktidarla barışıyorlar ve ülkücü cenahtan gelen güvenlikçilerle birlikte “vatan savaşı” veriyorlar.

Bu dizi furyasının son örneklerinden birinde, kollarında Göktürk alfabesiyle “Türk” yazan, üniformalarında bozkurt figürü bulunan özel harekâtçıları izliyoruz. Sahnelerden birinde “Fethullah’ın p.çleri…” sözü geçiyor, başka bir sahnede “Atatürk’ten korkuyorlar” lafı ediliyor, diğer bir sahnede ise “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı duyuluyor. Tam da arzu edilen “yerli ve milli ittifak” bu dizilerde kuruluyor. “Cumhur ittifakı”nın doğasına uygun bir şekilde ülkücülere zeytin dalı uzatılıyor, tıpkı dinselleşme gibi MHP milliyetçiliğinin argümanları da popüler kültür alanına taşınıp kitleselleştiriliyor. Cemaate ve kumpas davalara yapılan göndermelerle ve asker övgüsüyle Atatürkçü kesimlerin ağzına bir parmak bal çalınması da ihmal edilmiyor. Tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi, burada da “beka savaşı” üzerinden iktidara muhalif kesimlere “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde…” mesajı veriliyor.

Bir yanda zaman zaman senaryosundan Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığı fışkıran Osmanlı dizileri, öte yanda İslamcılarla milliyetçiler arasındaki yeni ittifakı anlatan ama Atatürkçülere de göz kırpmayı ihmal etmeyen savaş dizileri… Tam da iktidarın doğasına ve işleyişine uygun yöntemlerle aktif rızayı ve pasif rızayı bir arada üreten popüler kültür araçlarıyla karşı karşıyayız.

Antiemperyalizm, yedi düvele karşı savaş, yeniden cihan devleti olma iddiası, Osmanlı güzellemeleri, savaş tapınmacılığı… Tüm bunlar tek bir söylemin içinde eritilerek bir tür ideolojik bulamaç haline getiriliyor, gündelik hayata ve sıradan insanların dünyasına diziler aracılığıyla taşınarak yeni rejimin “makbul vatandaş”ının yaratılmasına hizmet ediyor. Yalanın saltanatında, büyük yalanın hükmünü icrasında, kitlelerin aklının iğdiş edilmesinde bu dizilere büyük rol düşüyor.