Filmin ne amaçla çekildiği meselesine cevap vermek hiç de kolay değil. Öncelikle film “sanatsal” gailelerle çekilmiş değil. “Sinema sanatı” adına bir şey ortaya koymak gibi bir hedef gözetilmemiş. Filmde yoğun bir siyasi arka plan var

Abluka ve ötesi

ASLI DALDAL*

Emin Alper’in, Tepenin Ardı’ndan sonra yaptığı ikinci uzun metrajlı filmi Abluka’yı seyredip seyretmeme konusunda Beyoğlu sinemasının önünde uzunca bir tereddüt yaşadım. Emine Emel Balcı’nın çok daha fazla merak ettiğim Nefesim Kesilene kadar filmiyle Abluka aynı saatlerdeydi. Vaktim kısıtlı olduğu için birini seçmek zorundaydım ve en sonunda 72. Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazanan, Boğaziçi Sinema Kulübünden de tanıdığım Emin Alper’in karanlık dünyasına girmeye karar verdim. Alper oldukça ilginç bir figürdü hem benim hem de Türk sinema dünyası için. Kişisel olarak uzaktan takip edebildiğim kadarıyla, Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümünde oldukça parlak görünen eğitim kariyerini sinema yapmak için bırakmaya kalkacak kadar sinema aşığıydı. Ama Mimar Sinan’a giremeyince kendi deyimiyle “paşa paşa” okumuştu. Sonrasında doktoraya bile devam etti ve öğretim üyesi oldu. Bütün bu “tutunmuş” hikaye dışında Boğaziçi Üniversitesi’nin fazlaca medyaya çıkmayan “kaybedenler” takımına da uzak değildi. Acıklı bir cinayet sonrasında tarih olan Orta Kantin ortamı ve Boğaziçi’nin Amerikancı havasından fazlasıyla rahatsız olan 90’ların Boğaziçi sinema kulübünün de önemli bir üyesiydi. Çoğunluk düşünceli bir hali vardı Emin Alper’in. Onu hep saçının önündeki perçemle sinirli bir şekilde oynarken hatırlarım. Bir şeyler yapmak istiyor, bu, düzgün sinema yapmayı hayal eden, ama kılını da kıpırdatamayan bezgin kalabalıktan sıyrılmak istiyordu. Öte yandan oturmuş düzene taviz vermek de istemiyordu; Galiba solcuydu da. Ama parlamak da lazımdı, ara bir yol bulmalıydı. Alper’in filmleri işte bu sebeplerden izlenesiydi. Kendi açımdan, bu bezgin kalabalıktan sıyrılıp “gerçekten” sinemacı olan Alper ödünsüz bir sinema yapabildi mi merak etmekteydim. Türk sinema dünyası açısından da, mükemmel bir sinema bilgisine sahip, insan bilimleri alanında da çok yetkin bir kişinin sinema dünyamıza yeni ufuklar açma potansiyeli heyecan vericiydi.

Öncelikle şunu belirtmek gerek ki, günümüzde ayrı bir “ablukaya” dönen festivallerden ödül alma baskısına vermiş olabileceği muhtemel tavizler bir yana, Alper’in Abluka’sı gişe açısından hiçbir “ticari” kıstası hedef almamış. Hiçbir umut ışığının olmadığı karabasanlarla dolu bu, moda terimle, “distopya”, seyirci çekmek için kılını bile kıpırdatmamış. Daha afişinden ne denli bunaltıcı bir sinema deneyimi olacağı belli olan film anlaşıldığı kadarıyla Alper’in oldukça özgür çalışabildiği, ve daha 90’larda, Rumelihisarüstü Mahallesinde yaşarken kurguladığı kişisel bir hikayeden doğmuş. Abluka, İstanbul’un Gazi mahallesi ya da benzeri varoşlarından birinde yaşayan, hapisten şartlı tahliye olmuş Kadir (Mehmet Özgür) ve kardeşi Ahmet’in (Berkay Ateş) hikayesine odaklanıyor. Devlet güçlerinin “terörist” ihbar etme ve bomba düzeneği bulma şartıyla serbest bıraktığı “işbirlikçi” ama saf Kadir, yıllardır görmediği hayattaki yegane akrabası Ahmet’i bulur. Ahmet belediyede çalışmaktadır ve işi sokak köpeklerini tüfekle avlamaktır. Hikayede çokça adı geçen, ama motosikletiyle yüzü örtülü bir biçimde ara ara karşımıza çıkması dışında, hiç görmediğimiz ortanca kardeş Veli her ikisi için de büyük bir acı kaynağıdır. Veli 10 yıldır ortalarda yoktur ve açıkça dile getirilmese de, muhtemelen terörist başıdır. Karısı kendisini terk ettiği için yapayalnız kalan, aniden ortaya çıkan tuhaf ağabeyinden de fazla hoşlanmayan Ahmet, en sonunda acımasızca katlettiği sokak köpeklerinden, şans eseri öldüremediği birini evinde bulur. Köpeğe büyük bir sevgiyle bağlanan Ahmet, belediye ekiplerinin köpek beslediğini anlamasından ölesiye korkmaktadır. Öte yandan Kadir ise Ahmet’in arkadaşı Ali’nin üst katında kendine bir ev kiralar. Ali ve eşi Meral (Tülay Özen) kendisine fazlasıyla iyi davranmaktadır. Özellikle, Ahmet’le ilişkisi olan Meral, klasik “femme fatale” havasıyla Kadir’in kafasını çokça meşgul etmektedir. En sonunda mahallede olaylar patlak verir, polis her yeri kuşatır. Kadir komşularının da terörist olduğunu öğrenince fazlasıyla şaşırır, kendisini şartlı salıveren polislerin de alay konusu olur. Sonrasında film gerçek ve karabasan arasında gidip gelen hem Ahmet hem de Kadir’in paranoyaları arasında sonu kaçınılmaz biçimde “hiçlikle” biten bir kabusa dönüşür.

En baştan teslim etmek gerek ki film son derece iyi yönetilmiş. Hikayenin anlatılışı, kullanılan ışık, ses, atmosfer, geriye dönüşler, metaforlar son derece özenli bir çalışmanın eseri. Oyunculuklar da keza mükemmel. Ancak film çok fazla hikayeyi birlikte kullanma telaşına düşüyor ve bu da karakterlerin derinleşmesini engelliyor. İşbirlikçi Kadir’in trajik macerası ve polislerle olan ilişkisi kendi başına bir film için yeterli malzemeyi oluşturabilecekken, araya bir de köpek avlayan belediye memuru kardeşin yine tek başına bir film için yeterli dramatik altyapıyı oluşturabilecek acıklı hikayesi giriyor.

abluka-ve-otesi-88493-1.Sinematografik şiirsellik ya da spontan belgeselci detaylar gibi unsurlara hiç aldırmayan Abluka, karanlık klostrofobik bir atmosfer yaratmaya ve seyirciye bu karanlık hapishane içerisinde adeta işkence etmeye fazlasıyla yoğunlaşıyor. Bu yüzden de çok fazla dramatik detaya ve anlatıya başvuruyor. Arada, kırmızı kıyafetiyle fazlaca parlak ve suni kaçan, Meral’in varlığı bir nebze yaşam enerjisi katsa da, bu varlık da hem Kadir hem de Ahmet’i mahveden bir femme fatale şablonundan öte değil. Tekinsizlik, karabasan, kaçınılmaz ölüm ya da “hiçlik”, ve bu korkunç “distopik” evreni besleyen erkek şiddeti tüm film içerisinde o kadar yoğun kullanılmış ki, film hiçbir umut kapısı aralamadığı gibi, herhangi bir çıkış noktası ya da itiraz eşiği de barındırmıyor. Bu noktada benim aklıma kaçınılmaz olarak şu iki soru geliyor: İlk olarak, geçmişini az çok bildiğim, siyasi itirazları olan Emin Alper bu filmi niye çekmiş? İkinci cevap aradığım soru ise film seyirciyi nasıl konumluyor ve bu konumlamanın sosyo-politik açılımı ne olabilir?

İlk soruya, yani bu filmin ne amaçla çekildiği meselesine cevap vermek hiç de kolay değil. Öncelikle film “sanatsal” gailelerle çekilmiş değil. “Sinema sanatı” adına bir şey ortaya koymak gibi bir hedef gözetilmemiş. Filmde yoğun bir siyasi arka plan var. Ancak ben filmin politik bir film olduğunu da düşünmüyorum. Savaş ve çatışmaların arasında “işbirlikçi” Kadir’in gözünden anlatılan hikaye yer ve isim belirtmekten özenle kaçınmış. Bu “teröristler” kim? Amaçları ne? Alper bu teröristleri özgürlük savaşçısı olarak, yani “olumlu” tipler olarak kurgulamadığı gibi, belli bir dönemselleştirme de yapmamış. Patlayan bombalar, kurulan kumpaslar, anlatılan hikayeler daha ziyade bir “kaos” ortamının arka planını oluşturmaktan ibaret. Kısacası yine “hiçbiryerdeyiz”. Asıl işlenen felsefi tema, son zamanlarda bağımsız Türk sinemasında “korkutucu ölçüde” sık karşımıza çıkan “nihilistik bir tekinsizlik” duygusu. Bu tekrar ede duran bunalımlı karabasan şablonları festivallerde elimizin boş dönmemesini sağlasa da daha iki yıl önce Gezi Direnişi gibi bir fenomen yaşamış ülkemizin geleceği adına son derece umut kırıcı. Buradan belki ikinci sorunun cevabına da ulaşabiliriz, yani seyircinin konumlandırılışı ve bu durumun sosyo-politik açılımları sorusuna. Abluka, ancak bir zavallı olarak tanımlanabilecek Kadir’in gözünden seyirciyi filme ortak ederken, bilimum şiddet, karanlık ve umutsuzluk episodlarıyla bizi iyice sersemletiyor. Filmde birkaç kez ekranın tümden kararmasıyla “ölüyor”, ve en son ölümcül darbeyi örgütün Kadir’i infaz etmesiyle alıyoruz. Kısacası Alper sanki filmden kimse “canlı” çıkmasın istiyor. Feride Çiçekoğlu, Şehrin İtirazı isimli kitabında Tayfun Pirselimoğlu filmlerine atıfla bu zavallı erkek karakterlerin başı çektiği distopik filmlerin seyirciyi konumlandırışını şöyle özetliyor: “Her yerin birbirinin aynı ve aslında hiçbir-yer olduğu bu alemde, hiçbirşey değişmemiş, herşey kendini aynen tekrar etmektedir, biz de karakterlerle beraber yüzümüzü kaybetmiş ve “hiçbir-kimseye” dönüşmüşüzdür.” (Çiçekoğlu, 2015: 94). Abluka için de (sürekli bir tekrar duygusu olmasa da) seyircinin konumlandırılışı “hiç kimse”, “hiçlik” ya da “ölü” olmak terimleriyle ifade edilebilir. Buradan faşizmin beslediği “küçük, ürkmüş, umutsuz” insan tipolojisine işaret edildiği söylenebilir. Ancak angaje bir sinemanın olmazsa olmaz “misyonerlik” duygusunu (Gezi’ye rağmen) hiç taşımayan bu yeni sinemamızın, bizi çok daha yoğun bir faşizmin saldırıları karşısında tamamen savunmasız kıldığı ve bu bağlamda neredeyse faşizmi besleyen bir yöne girdiğini savlamak da mümkündür.

Sinema yazarı - Akademisyen