Abraham Lincoln gönüllü ya da gönülsüz köleliği sona erdirecek bir iç savaşı kazandı. ABD’nin başkanı ise halkın bir kesimini durumu, gidişatı beğenmeyenleri “meşru müdafaa” bahanesiyle katletmeye çağırıyor. Göçmenlere kapıları kapattı, ırkçı söylemlerini aralıksız sürdürüyor, kadınları aşağılamaya hiç ara vermedi, sıkı bir polis devleti kurmak için elinden gelen gelmeyen her yolu denedi.

Abraham Lincoln’den Trump’a



ABD tarihinde önemli bir yeri olan Mayflower gemisini duymayan yoktur. Ama bu geminin misyonu ve yolcuları hakkında bilgi sınırlıdır, yeterince üzerinde durulmamıştır. Esrarlı bir gemiydi Mayflower. 1620 Eylül’ünde Hollanda’dan yola çıkmış, İngiltere’nin Plymouth limanından okyanusa açılmıştı. Yolculardan 35’i Hollanda, 67’si ise İngiliz kilisesine mensup püritenlerdi. Yolcuların zengin olma, altın arama derdinde klasik göçmenlerden olmadığı Kuzey Amerika topraklarında yeni bir hayat, yeni bir düzen kurmak için yola çıktıkları da iddia edilmiştir. Kendi aralarında bu iddiayı belgeleyecek “Mayflower Compackt” başlıklı bir metni imzaladıklarını da değerli arkadaşım Cumhur Aksel’in ilginç çalışmasında okuyabilirsiniz. (Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi, sf.102. Boz Kitap.)

Biraz komplo teorisi gibi gelebilir; Aksel’in derin konulara meraklı Atilla Akar’dan aktardığı iddia odur ki, yolcular arasında bulunan 17 kişi daha sonra ABD Başkanı olacak 17 kişinin atalarıydılar. Hangi başkanların ataları bu muhteremler? Sayalım: George Washington, Millard Fillmore, Franklin Pierce, Abraham Lincoln, Ulysses Grant, Rutherford B.Hayes, James Garfield, Grover Cleveland, Teddy Roosevelt, William Howard Taft, Calvin Coolidge, Herbert Hoover, Franklin D. Roosevelt, Richard Nixon, Gerald Ford, George H. Bush.

Trump’ın atası niye yok?

Niye yok sahi? Kennedy ailesinin olmaması büyük eksiklik, tamam Obama olamazdı o Afrikalı siyah, ama Donald Trump’ın büyük-büyük-büyük dedesi de Bavyera’dan Hollanda’ya bir koşu yetişebilir, bu gemideki “seçilmişler” arasında yer alabilirdi. Trump’ın şeceresini o yıllara kadar uzatamıyoruz. Büyükbabasını biliyoruz yalnızca. Trump, baba tarafından Alman, anne tarafından İskoç kökenli bir aileden geliyor. Berber büyük baba Frederick Trump 1869’da yani Mayflower yola çıktıktan 249 yıl sonra Bavyera’da doğmuş, 1885’te Amerika’ya göç etmiş ve ne güzel, orada altın bulmuş. Sadece altın çıkarmakla kalmamış, ticari bir zekâya sahip büyükbaba kendisi gibi altınla zengin olmak isteyenlere yer belirleyip, yiyecek-içecek satmış, genelev işletmiş. Askerlik yapmamak, vergi vermemek için Almanya’ya dönmüş bir ara. Orada da resmî makamlarla başı derde girince haydi yine Amerika. 11 Ekim 1905 tarihinde Fred adında bir oğlu oluyor. Babası ölünce zavallı Fred ne yapsın ticarete atılmak zorunda kalıyor. Sıkıntıdan Ku Klux Klan adlı örgüte üye olduğu için kısa bir süre tutuklanıyor. Çıkınca New York Queens’te arsa alım satımına başlıyor ama prensip sahibidir, siyahlara daire satmamaya özen gösteriyor. 1935 yılında İskoç göçmeni olan Mary Mecleod’la evleniyor. Beş çocuğu oluyor Fred’in. O beşten birisine Donald adını koyuyor mutlu baba.

Amerika’dan bize ne?

İşte bu Donald bizim Donald’dır. Bizim Donald; Mecidiyeköy’deki Trump Kulesi'ni bilirsiniz, o Trump işte. Kasım ayında yeniden başkan olabilmek için yoğun bir çaba içinde şu sıralarda.

Amerika neden bizi bu kadar ilgilendiriyor? Birisi sizinle ilgileniyorsa siz de onunla ilgilenmek zorundasınız. Amerika’nın bizimle Kurtuluş Savaşı yıllarımızdan bu yana ilgilendiğini hepimiz biliriz. Ne yapmış ne etmişse Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerimizi torpillemeyi başarmış, arada bir darbeler örgütleyerek rota düzeltme işlemlerini ihmal etmemiş, bizi çok ama çok sevmiş bir ülkedir ABD. Türkiye’nin solcuları da ABD ile yakından ilgilenmiş, çok sevmiş, sıcak yaz günlerinde 6. Filo askerlerini Boğaz’da serinletmişlerdir.

Aslında okuryazarlar, aydınlar, gazeteciler dünyada olup bitenleri öğrenmek, bilgilenmek, öğrendiklerini aktarmak zorundadır. Avrupa’nın köklü bir dönüşüm geçirdiği devrim - karşı devrim yıllarında, kıtanın yerlilerini tüketme işini az çok tamamladıktan sonra, çatışmalar içinde kendini arayan, iç savaş yaşayan, köleci bir toplum ve devlet olmaktan kurtulma çabasına girişen ülke hakkında pek fazla konuşan araştıran yoktu. Karl Marx ve arkadaşı Friedrich Engels hem Doğu’yu hem bu Yeni Dünya’yı merak edenler arasındaydılar. Ama Amerikalılar da Avrupa’yı orada olup bitenleri merak ediyorlardı.

Abraham mecburen tarih yazıyor

1848 yaz aylarında iki Amerikalı gazeteci Köln’e geldiler. Birisi New York Daily Tribune gazetesinin editörü, diğeri dış haberler muhabiriydi. Marx’a muhabirlik teklif ettiler. Marx 1852-1862 yılları arasında bu gazeteye ve diğer Amerikan gazetelerine çok sayıda makale yazdı. Amerika’da olup bitenler hakkında Avrupalı okurları devrimci çevreleri de Amerika’daki iç savaş konusunda bilgilendirmek için çaba gösterdi. Hiç kuşkusuz kurucuları arasında yer aldığı 1. Enternasyonal - Uluslararası İşçi Birliği de iç savaşla ilgileniyordu.

Köleliğe karşı savaşın kahramanı Abraham Lincoln ikinci kez Başkan seçildiğinde 1.Enternasyonal, ilk toplantısında (28 Eylül 1864) bir mektupla kutlama kararı almış, mektubu kaleme almak da Marx’a düşmüştü. ABD Elçisine 28 Ocak’ta teslim edilebilen mektupta, “...Eğer ilk dönem seçilişinizin örtülü parolası Kölelik Düzeni’ne karşı koymak idiyse, ikinci dönem seçilişinizin -zafer çığlığı niteliğindeki- işareti ise Köleliğe Ölüm’dür. Muazzam Amerikan iç savaşının başından beri Avrupalı işçiler, yıldızlı bayrağınızın onların sınıfsal kaderini de taşıdığını içgüdüsel olarak hissettiler.” diye yazılmıştı ve Abraham Lincoln “işçi sınıfının dürüst evladı” olarak övülüyordu. (Agy. sf.199)

Lincoln kuşkusuz işçi sınıfının evladı değildi ama Kızılderili katliamlarının köleciliğin cennet ülkesi ABD’yi kurtaracak adımları atan bir lider olarak övgüyü hak ettiği inkâr edilemez. Marx’ın Lincoln değerlendirmesi 1. Enternasyonal’in resmî mektubu ile sınırlı değildir. Die Presse’ye yazdığı makalede resmî mektup üslubu dışında bilgiler, değerlendirmeler vardır. Şöyle diyordu Marx Lincoln için: “Onda ne girişimcilik bulunur ne idealistçe coşkunluk, ne üst perdeden konuşma ne de tarihsel süsleme. Önemli ve kayda değer eylemleri olabilecek en ehemmiyetsiz biçimde icra ediyor. (...) Yeni Dünya asıl büyük zaferini, eski dünyada ancak kahramanların gerçekleştirebileceği işleri, oradaki siyasi ve toplumsal bağlamda, iyi niyet sahibi ortalama adamların da gerçekleştirebileceğini kanıtladığında kazanmıştır.” (S.S. Prawer; Karl Marx ve Dünya Edebiyatı. sf.240. Yordam Kitap)

Nerden nereye. Şimdi Amerika’da bırakınız ortalama adamların sessizce halk yararına işler yapmasını, ortalamanın altında liderler kötülükte mucizeler yaratıyorlar. Abraham Lincoln gönüllü ya da gönülsüz köleliği sona erdirecek bir iç savaşı kazandı. ABD’nin başkanı ise halkın bir kesimini durumu, gidişatı beğenmeyenleri “meşru müdafaa” bahanesiyle katletmeye çağırıyor. Göçmenlere kapıları kapattı, ırkçı söylemlerini aralıksız sürdürüyor, kadınları aşağılamaya hiç ara vermedi, sıkı bir polis devleti kurmak için elinden gelen gelmeyen her yolu denedi. Küresel çapta otoriter yönetimlere kol kanat germiş, Amerikan medyasını dize getirmiştir. Pentagon’a, Dışişleri’ne kafa tutar gibi yapsa da “dur!” denilince durmayı öğrenmiştir. Avrupa, Çin, İran kendisinden yaka silkiyor olabilir ama o İsrail’i pek sevmekte Suudilere silah satıp kılıç dansı oynayabilmektedir. Türkiye’de iktidar partisi yandaşları ise yatıp kalkıp Trump’ın yeniden seçilmesi için dua ediyorlar.

Kazanır mı bilemem? Ama ne fark eder ki, rakibi Biden olsa olsa Pentagon’la daha uyumlu olur, çılgın bir görünüm sergilemez belki, ama hepsi o kadar. Çağımızın kahramanları böyledir. Gazetecilerden ve sanıyorum gerçeklerden nefret ediyorlar.

Ellerinden gelse Marx’ın kitaplarını yakar, gazetecileri boğar, Lincoln’ü de Amerikan tarihinden silip atarlardı...