Sadece eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın durumları bile Türkiye’de 15
Temmuz Darbe Girişimi’nin iktidar açısından nasıl bir fırsata çevrildiğinin, ‘kendinden olmayanları’ yok etmek için nasıl çaba gösterildiğinin açık bir göstergesi.

Vatandaşlığın, ‘Erdoğan’a biat etmeye indirgendiği’, muhalefetin ‘hainlikle’ ölçüldüğü, sanal bir ülkede çıt çıkmaz, yaprak kımıldamazken onların öyküleri kendiliğinden büyüdü. Ne var ki bugünlerde belki de ihtiyaç duyduğumuz en son şey ‘bu büyük öyküler.’ Çünkü insan canı, hayatın kıymeti her şeyin ötesinde.

Can yakıcı özel dönemlerin ve alçak iktidarların tarihlerinin kahramanlar çıkardığına şüphe yok. Zaman geçip demlendikçe; bu türden insanların, neleri göze alıp başardıkları da daha net anlaşılıyor, anlaşılacak.

Lafı dolandırmak anlamsız. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça belki de tek başlarına OHAL’i delmeyi başardı. Bu açıdan Saray ve AKP iktidarının büyük korkusu oldu. Avukatlarını bile tutuklamaya varan akıl almaz süreci de ancak bu şekilde açıklayabilmek mümkün. Emsal olacakları kaygısı ve kibirli, ‘geri adım atmaz’ devlet aklı Gülmen ve Özakça konusunda kendi elini kolunu da bağladı.

İki insan aylardır işlerine geri dönebilmek için direnç gösteriyor, açlık grevi yapıyor. ‘Gözlerden ırak olsunlar’ diye cezaevine gönderilmelerini ise akılla, izanla, vicdanla açıklayabilmek olanaksız. Öte yandan onlarla ilgili, farklı endişeler de ortaya çıkıyor. Ölüm ve zorla müdahale ederek açlık grevini sonlandırma kaygısı sorunlara ekleniyor.

Açıkçası “İşimizi geri verin” talebinin dönüştüğü yer korkunç: “Bizi cezaevinde tutmayın, sakat bırakmayın, öldürmeyin!”
Erdoğan’a biat etmeyen, ‘aklı başında her vatan haini’ biliyor. Bir kez daha ifade etmekte yarar var. Bile bile ölüme gönderilen iki insanın ne darbeyle, ne de darbe jelatiniyle ambalajlanmaya çalışılan ‘terörle’, ‘devletin bölünmez bütünlüğüyle’ ve rejimin bekasıyla alâkası bulunuyor.

Gülmen ve Özakça’nın öğrettikleri şeyler var. İşte bu yüzden, ‘elimizden bir şey gelmiyor’ hissiyatıyla teslimiyet anlamlı değil. İktidarın ördüğü tüm duvarlara rağmen bir ışık aramak şart. “Nuriye ve Semih için ne yapılabilir?” sorusu da ‘dayanışma grubu’ tarafından özetle şöyle cevaplandırılıyor:

“Yapılabilecek hiçbir şey yok duygusu hareket alanımızı kısıtlıyor. Tüm bu yasaklar, baskılar, tutuklamalar, komplolar zaten bunun için. OHAL Komisyonu, OHAL mağdurları için adres gösteriliyor. En azından yüzlerce kişi komisyonu arayıp onlara destek verebilir. ‘İşlerine dönsünler’ diyebilir.”

Karanlık, yalanlardan beslenen bir dönem. Ezmek, yok etmek, sindirmek için her fırsat değerlendiriliyor.

20 Ekim’de üçüncü kez eğitimcilerin mahkemesi görülecek. Semih Özakça, ilk savunmasının bir bölümünde kısaca şunları aktardı:

“Ben ‘Bütün anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağı olan zenginliği istemiyoruz, istediğimiz sadece özgürlüktür’ diyerek direnen ve katledilen Katilina’yım. Anadolu’da baba İshak,

‘Dönen dönsün, ben dönmem yolumdan’ diyerek diz çökmeyen, boyun eğmeyen Pir Sultan’ım. 1525 yılı Almanya’sında zulme isyan eden Thomas Münzer’im. İrlanda zindanlarında açlık greviyle direnen ve ‘Bizim de günümüz gelecek’ sözünü söyleyen Bobby Sands’ım. Ben… ‘Aç kalmak, alçalmaktan bin kat iyidir’ diyen Ebuzer’im…”

Aslında onun örnekleri ve ifadeleri, bugünün iktidarını kimler elinde tutuyor ve biz kimiz sorularına da bir gönderme.

Son olarak… 20 Ekim’de iktidar açısından bir başka mühim duruma da şahitlik edeceğiz.

Bakalım iyiden iyiye bulaştıkları o kara lekelerden birini daha da koyulaştırmakta mahir olacaklar mı?