Kopenhag Zirvesi’nde hiç bir sonuç çıkmadı denmesin diye geç saatlerde bir anlaşmaya varıldığı açıklandı. Küresel ısınmanın 2 C

Kopenhag Zirvesi’nde hiç bir sonuç çıkmadı denmesin diye geç saatlerde bir anlaşmaya varıldığı açıklandı. Küresel ısınmanın 2 C ile sınırlandırılması ve yoksul ülkelere zenginlerden kaynak aktarılması gibi genelde kabul edilebilir ifadelere yer verildi. Ama bunun nasıl, ne miktarda kaynakla sağlanacağına ilişkin bir açıklık bulunmuyordu
7-18 Aralık tarihleri arasında Kopenhag’ta tam 193 ülkenin, içeride on bini aşkın delegenin, dışarıda binlerce aktivistin katılımıyla Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı, daha doğrusu “maratonu” gerçekleştirildi. Tüm dünya bu mevzuya odaklanır, yazılı ve görsel medyada Kopenhag Zirvesi baş köşeyi işgal ederken, tartışmalar, ne yazık ki, Türkiye’yi teğet geçti.
Stefo Benlisoy’un “Kopenhag Zirvesi: Umutlu olmak için neden var mı?” başlıklı makalesinin, hem malumat sahibi olmak, hem de konuya bir politik mahiyet kazandırmak açısından okumasında büyük yarar var (Birgün, 3 Aralık 2009). Ümit Şahin’in, “Kopenhag Kimin Umurunda?” başlıklı yazısının umursamaz köşe yazarları, akademisyen, sanatçı, yazar ve gazetecilere dikkat çekmesi ise beni durumdan vazife çıkarmaya sevketti (Radikaliki, 6 Aralık 2009). İzin verirseniz, konunun bir amatörü kimliğiyle çıkarttığım sonuçları sizlerle paylaşayım.
1) İklim değişikliği konusunda ulusal bir çözüm yoktur: Oldum olası Kopenhag kriterleri bünyesinde alerjik reaksiyon yaratanlar da, sık sık Kopenhag simidinden medet umanlar da ülke içi gündemin yoğunluğundan mıdır bilinmez, bu kez aynı “kayıtsızlık ekseninde” buluştu. Ne var ki, “iklim değişikliği bizim iç sorunumuzdur” argümanının hiçbir karşılığı yok. Çünkü küresel ısınmanın ceremesini hilafsız tüm insanlık çekiyor. Tek tek ülkelerin karbon salınımlarının ulusal maliyeti, ulusal düzeyde elde edilen faydanın altında da gerçekleşse, sizin dışınızdaki tüm coğrafyalara sıfır faydayla aynı maliyeti yüklüyor. Başkalarının cürümünün faturası da size çıkıyor. Bu nedenle “kolektif bir irade” gerçekleştirilmezse tek tek ülkeler “bedavacılığa” yönelebilir, bunun bedelini de tüm insanlık öder. Aslında küresel ısınma, piyasa mekanizmalarını her derde deva görenlere “planlama ve koordinasyonun” en net cevabıdır.
2) İklim değişikliği tarihsel bağlamından kopuk ele alınmamalıdır: Kapitalist büyümenin iki asrı büyük ölçüde fosil yakıtlara dayanır. Dolayısıyla sanayileşme ve kalkınma trenine erken atlayanların dünyanın bu hale gelmesinde veballeri daha fazladır. Şimdi ise, “merdiveni tekmeleyerek” az gelişmiş ülkelerin yolunu kesmeleri kabul edilemez. Ne var ki, artık eşik geçilmiş, “biraz da yoksullar kirletsin” diyebilmenin olanakları tükenmiştir. Bu nedenle tek çözüm, Hindistan ve Çin gibi ülkelerin itirazları göz önüne alınarak zengin ülkelerin, “geriye dönük bir vergiyi” kabullenmesi, yoksulların büyümeyle-doğayı koruma amaçlarını bağdaştıracak bir kalkınma rotasına yönelmelerinin finansmanını üstlenmesidir.
3) Küresel ısınma tehlikesi çok ciddidir: Yapılan araştırmalar, son yıllarda sıklaşan sıcak hava dalgalarının, kuraklıkların, sellerin, tayfunların kökeninde hep küresel ısınmanın yattığına işaret ediyor. Dünya zaten buzul çağlarından ısına ısına bugünlere geldi. Diğer bir deyişle “hem doğal küresel ısınmadan hem de geç kalmaktan” korkmak gerekiyor. Buzullar erir, denizler yükselir, bazı canlı türleri yok olmaya yüz tutar, bazı canlı türleri ise, örneğin haşeratların sayısı, geometrik biçimde artarsa ne yazık ki felaket senaryoları gündeme gelebilir. Şu noktayı vurgulamakta da yarar var:  Tüm senaryolar belirsizlik içeriyor, geleceği ancak belli olasılıklarla açıklayabiliyor. Kopenhag’ta toplanan "Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli”, eğer böyle giderse 21. yüzyılın sonuna doğru küresel ısınma aralığını 1.1 oC ile 6.4 oC arasında hesaplıyor. Diğer bir sonuç ise, yüzde 50 olasılıkla ısınmanın 5 oC’yi geçmesi. Bu son buzul çağından bu yana kaydedilen ısınmaya eşit. İnsanların kutuplar ve en soğuk bölgeler dışında tüm coğrafyaları mecburen terk etmesi, bizim topraklarımız  dahil dünyanın büyük bölümünün çöle dönüşmesi anlamına da geliyor. Öte yandan küresel ısınmayı 2 oC’nin altına çekebilmek dünya GSMH’sinin yüzde 1’inin altına mümkün ve buna değer. Hele bir de kriz kurtarma paketlerine harcanan trilyonlar düşünülürse…
4) Küresel ısınmaya karşı önlemler gelecek kuşaklara karşı da bir sorumluluktur: İşin kritik boyutlar alabileceği eşik 2050 yılı kabul ediliyor. Bazı istatistikler şu anki dünya nüfusunun yüzde 70’inin bu yıla kadar ömrünün vefa edeceğini gösteriyor. İstatistiklerin 2050’ye kadar ömür biçmediği bireylerin de “benden sonra tufan ya da çöl” demeleri hakkaniyete sığmaz. Yarın siz olmazsanız dahi, hiç olmazsa çocuklarınızın, torunlarınızın, üyesi bulunduğunuz örgütlerin, tuttuğunuz takımların varlığını sürdürmesine olanak tanıyın. Hayranlığınızı kazanan doğal güzellikler, mimari yapıtlar, doyumsuz müzikler elinizden düşürmediğiniz kitaplar başkalarına da nasip olsun diye düşünün.
5) Küresel ısınmaya karbon piyasaları çözüm bulamaz: Neoliberal zihniyet kalıbı her soruna piyasalar yoluyla çözüm aramaya endekslidir. Tüm insani faaliyetlere ve sorunlarda, kar ve rekabeti tek çare kabul eder. Küresel ısınma konusunda da en fazla rağbet edilen, “cap and trade” adı verilen sisteme göre; her kurumun emisyonuna bir sınır getirilecek (cap), bu sınırın aşılması halinde ise başka aktörlerden kota satın alınarak (trade) açık kapatılacaktır. Bu sistemin açığı bulunanlara maliyet yükleyip, fazla kredisi kalanlara ise gelir sağlayarak, karbon salımını en aza indirmesi beklenmektedir. Öte yandan “denkleştirme” mekanizmaları da yoksul ülkelere bir parça gelir aktarıp, “ağza bir parmak bal çalma” yoluyla onları susturacaktır. Bu sistem atmosferi en çok kirletenlere, geçmiş sabıkaları üzerinden hak tanıması nedeniyle mevcut haksızlıkları ve eşitsizlikleri yeniden üretmek yanında yine piyasa mekanizmasına toplumsal sorunları çözmek için misyon biçmek gibi sorunlarla maluldür. Bu ticaretin büyük ölçüde türev piyasalarda gerçekleşecek olması nedeniyle, bir “karbon subprime krizi” yaratacak ölçüde, bazı tahminlere göre 2 trilyon doları aşacak bir kar ve spekülasyon alanı yaratma olasılığı da yüksektir.
6) Küresel ısınmanın asıl sorumlusu tüketiciler değildir: Tabii ki bir lambayı söndürmek, fazladan bir sigarayı yakmamak, çöplerimizi ayrıştırmak kendimiz için de, gezegenimiz için de hayırlıdır. Gelgelelim, küresel ısınma “asimetrik sorumluluklar” zincirinin bir sonucudur. Bireylerin enerji kullanımı şirketlerin yanında çok sınırlıdır. Dünya nüfusunun özellikle Güney Asya ve Sahra-altı Afrika’da yaşayan yüzde 40’ı enerji fakiridir. Isınmak ve yemek pişirmek işini yaygınlıkla “tezek” gibi kendi sağlıklarına olumsuz etkisi çok fazla, toplam kirliliğe katkısı çok sınırlı biyo-kitle yakıtlarına başvururlar. 1.6 milyar insan da zaten elektrikten yoksundur. Özellikle sanayileşmiş ülkelerdeki israfın asıl nedeni kapitalist sistemin dengelerinin tüketim üzerine kurulmasıdır. Eğer bir televizyonu tamir ettirmek yenisini satın almaktan çok ucuz değilse, insanlar ister istemez eskisini çöpe atmayı tercih eder. Burada satıcı ile müşteri arasında “kazan-kazan” yanılsaması, insanlık için ise büyük bir kayıp söz konusudur.
7) Sorunun çözümünü resmi kanallarda aramak zorunda değiliz: Küresel iklim sorununun çözümü için çok sayıda farklı çözüm önerisi mevcut. Bilindiği gibi Kopenhag Zirvesi BM şemsiyesinde devlet ve hükümetler düzeyinde resmi bir toplantıydı. Halbuki sadece resmi çözümlere bel bağlamamız gerekmiyor. Nitekim yine Kopenhag’ta aynı günlerde “halkın iklim zirvesi”, Klimaforum 09 düzenlendi. Özgür ve samimi bir ortamda sayıları 25.000’e varan aktivistler, bilim insanları, çiftçiler, sanatçılar demokratik, dayanışmacı, halka dayanan çözüm önerilerini tartıştı. Özellikle resmi toplantının büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kararlar alacağının altı çizildi. Naomi Klein, çözümlerin “kirleten öder” anlayışı çerçevesinde şekillenmesi gerektiğini vurguladı. Özellikle resmi toplantıdaki karar taslağının basına sızması, sorumluluğun Dünya Bankası’na verilmesi tezgahının faş olması (hatırlanırsa G-20’de de sekreterya IMF’ye verilmişti) alternatif zirvenin prestijini artırdı. Climaforum 09’un kapanış bildirisinde, “önümüzdeki 30 yılda fosil yakıtların tamamen terk edilmesi”, “atmosferin aşırı tüketilmesi ve eklim değişikliğinden zarar gören tüm grup ve kişilerin mağduriyetlerinin giderilmesi”, “nükleer enerji, tarımsal yakıtlar, karbon tutma ve depolama gibi piyasa eğilimli ve teknoloji eksenli çözümlerin reddedilmesi” gibi kararlar alındı.
8) Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda sicili tahmin edilebileceği gibi pek parlak değil: Kyoto protokolüne Şubat 2009’da 185. ülke olarak imza atıldı. DPT, Sanayi ve Ticaret ile Ulaştırma Bakanlığı’nın büyümeyi sekteye uğratır itirazına TOBB ve TİSK de katıldı. Kyoto’da EK-1 zengin ülkelerle EK-2 yoksullar ayrı listelerde yer alıyordu. Türkiye ise, birinci grubun en yoksul, aynı zamanda baz yıl kabul edilen 1990 ile 2007 arasında karbon emisyonu yüzde 136 ile en fazla artan ülkesi. Zaten fazla bir taahhütte de bulunmayıp, karbon salınım hızının artışını yüzde 11 azaltmayı öngörüyor. Mamafih 2007’de kişi başına yıllık  karbon salınımı 5.3 tonla, ABD’nin 23 ton, AB’nin 10.5 ton düzeyinin hayli gerisindeydi. En azından daha yüksek oranlı bir kısıntı sözü verilebilir, belki de daha önemlisi AB’deki gibi yenilenebilir enerjinin toplam enerji üretiminin yüzde 20’sini kapsaması hedefi konabilirdi (daha detaylı bilgi için Barış Gençer Baykan ve Hande Peker’in “Kopenhag Yolunda Türkiye Nerede?” Betam Araştırma Notu 55’e bakılabilir).
9) Küresel iklim değişikliği konusunda bir sosyal hareket mümkün: Kopenhag Zirvesi 1999 Seattle DTÖ zirvesinin 10. yılına denk geldi. Belki göstericiler Seattle Muharebesi’ndeki gibi net ve kesin bir zafer kazanamadılar ama, bir sosyal hareket, “küresel iklim hareketi” olarak rüştlerini ispat ettiler. Nitekim Klimaforum 09 “halkın her düzeydeki vizyonunu ve taleplerini taşıyacak tüm ilgili kişi, sosyal hareket, kültürel, politik ve ekonomik örgütü güçlü bir küresel hareketlerin hareketini inşa etmeye çağırdı. Belki de böyle bir oluşumda en önemli sıçrama, eğitimli, uzman, vicdanı ve aklının sesiyle ekosistemlerin tahribine karşı harekete geçenlerin yanı sıra, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen kesimlerin katılımıyla sağlanacaktır. Haliyle bu hareket toplumu bütünüyle değiştirip dönüştürmeyi amaçlayan siyasi mücadelelerden kopuk olmamalı; savaş karşıtı hareket, yoksullar hareketi, kadın hareketi, kapitalist küreselleşmeye karşı hareketler, gıda egemenliği hareketi benzerleriyle koordinasyon içinde bulunmalıdır. Derken asıl çocuk edasıyla Obama zirveye zuhur etti. Hiç bir sonuç çıkmadı denmesin diye geç saatlerde bir anlaşmaya varıldığı açıklandı. Lakin kimse bunun ne menem bir uzlaşma olduğunu anlamadı. Evet küresel ısınmanın 2 C ile sınırlandırılması ve yoksul ülkelere zenginlerden kaynak aktarılması gibi genelde kabul edilebilir ifadelere yer verildi. Ama bunun nasıl, ne miktarda kaynakla sağlanacağına ilişkin bir açıklık bulunmuyordu. Belki de daha önemlisi, anlaşmanın bir bağlayıcılığı yoktu. En dikkat çeken nokta ise, Kopenhag'a ayak basışıyla birlikte Obama'nın Çin Başbakanı Wen Jiabao'yu muhatap alması, daha sonra Brezilya, Hindistan, Güney Afrika ile işi kotarmaya çalışmasıydı. Anlaşılan Kopenhag daha çok  yeni dünya stratejik dengeleri bağlamında, özellikle AB ve Japonya'nın gerileyen nüfuzu dolayımında konuşulacak.