‘Öteki’nin tehdit ediciliği, öncelikle bir yanılsama. Castoriadis, ‘öteki’nin varlığının insanı tehlikeye sokmasının tek bir koşulu olduğunu öne sürer, ırkçılıkla ilgili bir yazısında: “Kişinin benmerkezli kalesinin en derin köşesinden bir ses alçak sesle fakat hiç durmadan ‘duvarlarımız plastikten, akropolisimiz kartondandır’ diye tekrarladığı zaman.” Bugün kendisini ‘ötekileştirdikleri’ üzerinden tanımlayan her kesimin yaşadığı korkunun nedeni ötekileştirdiklerinden çok, o iç ses...

Özellikle narsisistik örüntüye sahip kişilerin kırılgan gururlarını anlamak için, o çok derinlerden gelen ve sürekli tekrarlayan sese kulak vermek gerekiyor. O sesi bastırmak için sürekli olarak kendi yüceliğiyle meşgul olan ve birilerine bu yüceliği ispatlama derdinde olan biri o iç sese göre yaşamaktadır ve o iç sesi dışsallaştırdığınızda derinden bir kırılma ve öfkeyle karşı karşıya gelmeniz olası. Çözüm o iç sesi bastırmak ya da rasyonelleştirmek değil elbette, o sesin kaynağını bulup değiştirebilmek, sanki bir radyo kanalını değiştirir gibi. Bu da kolay bir şey değil, ama Melanie Klein, yaptığı çalışmalarla bu sesin nasıl değiştirilebileceğine dair bir yol çizmişti. Zulmedici üstbenliğin, suçluluk duygusunun kaynağı olmayı bırakıp hem sevginin kaynağı, hem de benliğin olası müttefiki haline gelmesinin önü açılabildiğinde… Bunun nasıl olacağını, Melanie Klein, kitaplarında aşama aşama anlatır. Sonradan ‘Şema Terapi’ gibi bazı ekoller de, ‘cezalandırıcı ebeveyn’ modu diye tanımladıkları, yani üstbenliğin o yıkıcı sesini bilişselci yöntemlerle değiştirmeye çalışarak aynı etkiye ulaşmanın formülünü geliştirmeye çalıştılar. Ama benliğin müttefiği olması gereken üstbenliğin, benliğe nasıl düşman hale gelebildiği ve korkunç eziyetler yapabildiği, ne kadar anlaşılsa da şaşırtıcılığını koruyor.

Melanie Klein, o derinlerdeki sesin nasıl değişeceğine dair yazarken, ‘depresif konum’dan bahseder. Klein’a göre, bebekler paranoid-şizoid ve depresif konumlardan geçerek içsel çatışmalarıyla mücadele ederler. Paranoid-şizoid konumda bebek, kaygısını azaltmak için kendi içindeki istemediği saldırganlığı ve kötü yanlarını anneye, yani memeye yansıtarak kendinden uzaklaştırmaya çalışır. Depresif konumdaysa çocuk, anneyi ve kendisini daha tam, yani “iyi” ve “kötü”lerin toplamından oluşan bir bütün olarak görmeyi başarır, ama geçmişte annenin iyi yanlarını görmemiş olmaktan dolayı da suçluluk duygusu yaşar.

Julia Kristeva, ‘Melanie Klein’ adlı kitabında, ‘Kayıp Zamanın İzinde’nin yazarı Marcel Proust’un Kleincı hipotezin destekleyicisi olduğunu yazmıştı, ‘depresif konum’a gönderme yaparak. Depresif konum, düşüncelere erişmek için gerekli bir koşuldu. Depresif konumdayken içeride iyi ve kötü nesneler arasında kıyasıya bir çatışma yaşanır, bütün mesele ‘iyi nesne’nin onarılması mücadelesidir, ama bunun için ‘anne’nin içeride yeniden ortaya çıkması gerekir; eğer ortaya çıkmazsa çocuk kendini depresif ve zulmedici korkuların insafına terk edilmiş bir halde bulur. Kristeva, bunun bir onarım olduğuna şüphe olmadığını, ama bu onarımın umutlu ve huzurlu bir süreç olarak yaşanmadığının da altını çizer: “Acı, ızdırap ve onarım, bu sayede yaratıcılığın ve yüceltmenin temelinde yer alırlar.”

Kendi içimizdeki bizi yönlendiren o sese ulaşmanın yolu, acı çekmeyi göze almaktan geçiyor. Psikoterapinin ve içe bakışın asıl zorluğu da burada. Ama asıl korku, o sesin kaynağına ulaşmak değil belki de, o sesin yokluğuna, sessizliğe katlanabilmek… Her yerde müzik dinlemek, evde yalnız kalındığında izlenmediği halde açılan televizyon, sessizlikten mi, yoksa o sessizliğin içinde duyulacak iç sesten mi bizi korur?..