Google Play Store
App Store

“Hiçbir Şey Yerinde Değil”de 7 kişinin faşist katillerce katledilmeleri bir bakıma sağ-sol çatışması gibi gösterilmeye çalışıldı. Ancak bunun ahlaki ve vicdani olduğu kadar siyasi karşılığı olduğunu da yönetmenine hatırlatmak lazım.

Acı ve öfke

Necla ALGAN-Sinema Yazarı 

Adana Altın Koza Film Festivali’nde izlediğimiz “Hiçbir Şey Yerinde Değil” şaşkınlık ve öfke duygularıyla bizi sarstı.

Film “Gerçek olaylardan esinlenmiştir” ibaresiyle başladı. Ancak esinlendiği olaydaki gerçeği es geçen, gerçeği eğip büken, katliamın Türkiye tarihindeki yeri ve önemini önemsemeyen bir eser var karşımızda. Vecdi Sayar’ın yazdığı gibi bu kurmacada gerçekten de “Hiçbir Şey Yerli Yerinde Değil”.

Esinlendiği olay 8 Ekim 1978 gecesi, Ankara’nın Bahçelievler semtinde 7 TİP’li gencin vahşice katledilmesi. Bu film bizi toplumun hafızasında derin yaralar bırakan o toplu cinayet gecesine götürüyor. Yedi silahsız ve masum insanın bir grup faşist katil tarafından işkence edilerek katledilmelerini bir bakıma sağ-sol çatışması gibi göstermeye çalışmanın ahlaki ve vicdani olduğu kadar siyasi bir karşılığı da olduğunu yönetmene hatırlatmak lazım.

Radyoda Demirel konuşuyor; “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” bağlamında bir haber. (Aslında bu sözü Demirel Kahramanmaraş katliamından sonra söylemişti.) İçeride 5 genç var. Yemek hazırlığı ve içlerinden birinin doğum günü pastası var. Birbirlerine “yoldaş” diye hitap ediyorlar. Hazırladıkları dergi ve sol içindeki “goşist” hareket üzerine konuşuyorlar. Bir süre sonra içlerinden biri, şüphe uyandırıcı biçimde, sigara almak için dışarı çıkıyor. Bu genç bir ajan. Issız sokakta farları yanan bir arabanın yanına gidiyor, “içeri girebilirsiniz” mesajı veriyor. Bahçelievler katliamında böyle bir şey yok elbette.

Biraz sonra iki katil tabancalarıyla içeri giriyor. Gençleri bağlıyorlar. Biri dışarı çıkıyor, diğeri gençlerden birini, (ülkücülerin dokuz ışık prensibinin iki maddesini söyleyebilen), çatı katına götürüyor ve halatla boğuyor. Bu sahne hemen hemen tam zamanlı bir boğma sahnesi. Sonra aşağı iniyor, masada kolları bağlı, ağızları tıkalı oturan gençlere hatırlayabildiğimiz kadarıyla şunları söylüyor:

“Sizde vatan millet sevgisi yok mu lan.”

“Öldürdüğünüz ülkücü kardeşimizin cebinden 35 kuruş çıktı lan.”

“Tabanca nerde lan.”

İkinci katil içeri giriyor. Yukarı, boğulan çocuğun yanına çıkıyorlar. İkinci, gördüğü manzaradan kötü oluyor, kusmaya başlıyor. Diğeri onu dışarı yolluyor. Ve aşağıya inip üç genci tabancayla vuruyor. Bu sahne bize gösterilmiyor, sadece silah seslerini duyuyoruz.

Gerilim açısından her şey etkili. Seyirci gözüne ışık tutulmuş gibi donakalmış. Film bitiyor.

Düşünmeye başladığınızda, filmdeki olayın gerçekliğinden çok uzak olduğunu yavaş yavaş acıyla hatırlıyorsunuz.

Türkiye’de 80 öncesi yaşananlar sağ sol çatışması değildi. Her şeyden önce Türkiye sola kayıyordu. Az ya da çok sola kaymasına, ABD önderliğindeki bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin sol, sosyalist bir ülke olmasına izin verilemezdi. Sosyalist solun dışındaki genel politik hava da kültürel ideolojik olarak antiemperyalist, eşitlikçi, sosyal adaletçi, özgürlükçü bir yoldaydı. “Toprak işleyenin, su kullananın” gibi sol politikalar gündemdeydi.

Bu noktada NATO’nun “Gladio” operasyonunun sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da terör estirdiğini unutmamak lazım. İtalya’da, Almanya’da güçlenen sol hareketlerin benzer terör operasyonlarıyla nasıl engellendiğini topluma korku ve yılgınlık sağlamada çok etkin olduğunu da göz önünde bulundurmak lazım. Özelikle İtalya’da güçlü bir komünist sosyalist hareket vardı. Ve bu Gladio operasyonları 80’li yıllarda, İtalya’da açıkça tartışıldı. Ancak Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle çok baskın bir biçimde sol hareket ezildi.

Bahçelievler’de katledilen 7 TİP’li öğrenci; Serdar Alten, Hürcan Gürses, Efraim Ezgin, Latif Can, Faruk Erzan, Salih Gevence ve Osman Nuri Uzunlar.

12 Eylül öncesi Türkiye’de yaşanan, Gladyo operasyonu bağlamında kanlı cinayetler, toplu katliamlarla solu vahşice yok etme planının uygulanmasıydı.

Kanlı, son derece planlı bu kontr-gerilla operasyonunun sonucu olarak, Türkiye’de işlenen cinayetler, aydınların, hâkimlerin, savcıların, öğretim üyelerinin, işçi önderlerinin, işçilerin, üniversite öğrencisi veya işçi, sosyalist gençlerin öldürülmesi bu kanlı operasyonun bir parçasıydı. Yüzlerce insanın hayatını kaybettiği Maraş katliamı sola eğilimli, laik Alevi halka uygulanan en acı katliamlardan biridir. Bu toplu cinayet Çorum’da da kısmen yaşandı.

Şimdi bu 7 gencin vahşice katledilmesine dönersek, özellikle bu gençlerin ve partilerinin (TİP) silahlı direnişle siyasi olarak alakası da yoktu. (Olsaydı katliamı meşru göstermek gibi bir niyet elbette yok, ancak durum tespiti yapmak da gerekli) Kurbanlardan biri havluyla boğularak ikisi dışarıda silahla öldürüldü. İçerideki gençler vahşice, işkenceyle öldürüldü. Hele ajanlıkla hiçbirinin ilgisi yoktu. Cinayetleri işleyenler ise bu konuda eğitilmiş profesyonel katillerdi.

Genel olarak kimler öldü, diye basit bir mantıkla ve bakkal hesabıyla sayılara baktığınızda terörün sol, sosyalistlere yöneldiğini, bu dönemde çok vahşi cinayetler ve toplu katliamlar yapıldığını görmemek mümkün değil.

Yönetmenin, söyleminde bu temel gerçek yok, daha çok katillerden birini cinayet karşısında kusturarak, diğerini melankolik bakışlarla pastaya baktırarak, iki tarafı eşitlemeye çalıştığını bile söylemek mümkün. Toplumsal tarihle ilgilenmiyor, gerilim ve cinayetin kan donduruculuğuyla ilgileniyor. Ancak Bahçelievler cinayeti onun anlattığından çok daha soğukkanlı, uzun saatlere yayılmış işkence yöntemiyle gerçekleştirildi.

Yönetmenle yapılan söyleşide, (T24) yukarıda kısaca değindiğimiz tarihsel gerçeklikle ilgilenmediğini anlıyoruz. Ama böylesi ciddi tarihsel bir dönemin kanlı olaylarından birini anlatırken böyle bir çarpıtma yapılması hiç ahlaki değil. Küstah, aldırışsız ve pervasız bir yaklaşım bu. Filme danışmanlık yapan, o dönemi yaşayan kişiler bağlamında da durum vahim. Filme ödüller veren jürinin de gerçekle bir işi yok anlaşılan.

Söyleşide yönetmen ilginç bir şey söylüyor, diyor ki, “Geçmişe baktığımızda bir boşluğa bakıyoruz gibi geliyor bana.” Doğru, bir kuşak boşluğa bakıyor. Hafızasız bir boşluğa bakıyor. Orada unutulmuş, uzay boşluğunda süzülen, parçalanmış hayaller var. Halbuki geçmiş boşlukta değil. Biz biliyoruz. Ölmedik daha. Unutmadık. Gerçeği gördük ve yaşadık. Ne şimdiki zamanın tahakkümü, ne de o günlerin tahakkümü bize olanları unutturamaz.

Not: Bu yazı aslında Adana Belgesel bölümünde yer alan filmler üzerine olacaktı. Belgeseller, yarışmaya seçilemeyen filmlerle birlikte oldukça başarılıydı. Bunlardan biri de Mediha Güzelgün’ün yönettiği, Kahramanmaraş katliamını yaşayan kadınların anlatımından oluşan “Üçüncü Gurbet” filmiydi. Yukarıda bahsettiğimiz filmde ne yanlışsa bu filmde her şey doğruydu. Hiç olmazsa bu filmin adını anmadan bu yazı bitmemeli.