Nisan ayı yaklaşırken hâlâ kışı yaşıyor olmanın şaşkınlığıyla, bu köşede 7 yıl evvel yazdğım bir yazıyı hatırladım, ‘Eskici Masal’ı. O yazının bir tür cover’ını paylaşmak istedim bu defa. O yıllarda evim Kadıköy’ün hareketli bir sokağındaydı ve sokaktaki çay ocağında çok zaman geçirirdim. Çay ocağında sürekli radyodan sanat müziği çalınır, kar yağmur umursanmadan oturulurdu. Yolum o çay ocağına düştü, hiçbir şey değişmemişti ve o zaman yazdığım gibi, gözlerim sokaktan geçen eskici arabasını aradı, daha gelmemişti. Arabanın üzerinde kitaplar, eski fotoğraflar, plaklar…


Nedense, o arabayı her görüşümde aklıma ölüm gelirdi; biri daha ölmüş mahallede, geriye kalan kitaplarını eskiciye satmışlar diye düşünürdüm. İyi ama, o siyah-beyaz fotoğraflara niye kimse sahip çıkmaz, peki şu daktiloya; hiç mi sevilmez şeyler oldu hatıralar. Daktiloyu kim ne yapacak bu zamanda, internete mi girilir onunla, ağır mı ağır, tuşları sert mi sert… Hatıralar, o daktilo gibi bir şey oldu, taşınması ağır, tüy gibi hafiflemek istiyor artık insanlar; bu akışkanlık içinde kim ne diye takılsın bir aşka, anıya; akışkanlık, özgürlük sanılırken…

***

Bir de her eskici arabası gördüğümde, aklıma Ece Ayhan’ın şiiri gelir, “Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. kanatları sığmamış” diye devam eden, eskici dedenin bağırdığı… Kanatları o çuvala sığmayan ne çok çocuk, kadın birikti geçen zaman içinde. O zamanlar öldürülen Özgecan’dan bahsetmişim yazımda. Yetkililer ne çok sözler söylemişlerdi. Daha da arttı kadın cinayetleri, her şey her konuda olduğu gibi daha kötüye giderken...

Hava soğuk, kar başladı. Bu defa, bir Rus halk şarkısı çalıyor radyoda, hüzünlü olduğu kadar umutlu bir şarkı; karın yağışını izlerken çocuk yanım beliriyor ağır ağır, kar tanelerinden. Nâzım Hikmet’in “Saçları Saman Sarısı” şiirinde, on dokuz yaşıyla karşılaşması gibi. Diyor ki bana, “Masallara inandığın sürece, hayat gerçektir.” Bu söz, bir kitaptan ya da şiirden alıntı değil, çocuk yanımın bana fısıldadığı bir sır. Eğer vazgeçersek masalların vaatlerinden, elimizde tutsağı olduğumuz gerçeklikten başka bir şey kalmaz; Adorno’nun Walter Benjamin için söylediği gibi, düşünerek gerçeğe varan değil, bilgi edinmenin en iyi yolu olarak gerçek üzerine düşünenlerden olmalıyız; çünkü korkunç bir canavar olarak bizi yutmaya çalışan gerçeği, masallarda olduğu gibi yenmekten başka bir çaremiz yok. Felsefeye karşı felsefe, sanata karşı sanat, siyasete karşı siyaset yapa yapa…

***

Eskici, üç tekerli üstü açık tezgâhıyla sokağın köşesinde belirince, çocuk yanım fırlıyor hemen, tepeleme kitapla dolu, çerçevesiyle bir tablo ve gramofonun olduğu arabaya. Ne bulmayı umut ediyor, bilmiyorum. Ama sanırım, tüm bu eski şeyler onda, bende olduğu gibi ölümü çağrıştırmıyor, her şeyin bir büyüsü var. Az evvel masallardan bahsediyordu, şimdiyse elinde Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” kitabını tutuyor, bir şey söylemek istercesine. Paltomun cebinde “Küçük Kara Balık”, karın altında Kadıköy sokaklarında yürürken, salgını, savaşı ve ekonomik krizi düşünüyorum. Herkes, her şeyi biliyor. Bildikleri şeyleri ısrarla inkâr edenler, yüzleşmemek uğruna başlarına çuval geçirip uçuruma doğru yürüdükleri için, geceleri uykularında gördükleri bütün kâbuslar, gerçeğe dönüşüyor sanki birer birer; Behçet Aysan’ın “yok başka bir cehennem/ yaşıyorsun işte” dediği… “Küçük Kara Balık”la geçip gidiyoruz, denize ulaşmamızı engelleyen duvarların önünden… Walter Benjamin’in “Sadece umutsuzların uğruna, bize umut verildi” sözü, eşlik ediyor yürüyüşümüze. O umut, açık denizlere ulaşıncaya dek…