Beden ve kendilik (self) arasındaki ilişki üzerine düşünürken Netflix’te ‘Outlander’ adlı dizideki bir sahneyle karşılaştım. Diana Gabaldon’ın romanından uyarlanmış fantastik ve tarihsel bir TV dizisi... Dizinin bir sahnesinde çift 1700’lerin İskoçya’sında evleniyordu. Dini törenin ardından klanın liderlerinden biri eline bir bıçak alıp kadının ve erkeğin bileklerini kesip bir bez parçasıyla o kesilmiş bilekleri birbirine bağlamıştı. Beden ve duyguların akışkanlığına dair geçmişten bu sahne, ilgi çekiciydi.

Bu ritüelin bir benzeri, bizim kültürümüzde de var, ‘kan kardeşliği’ adıyla. Baş parmağın kesilerek birbirine yapıştırılarak kardeşlik yemininin edildiği bir ritüel. Geçmişten gelen bu ritüellerin ortak özelliği, beden ve duyguları akışkan bir bütünlük içerisinde ele alması. Dokunmaya ve bedensel sıvılara dair yaklaşım, pandemiyle de birlikte inanılmaz bir değişim geçirdi. Bedenin dışarıyla temas halinde olan gözenekli yapısı geçmişte canlılığın bir işaretiyken, bu çağda bedenin korunmasızlığının ve tehlikenin işareti olarak görülür oldu. Bütün o gözenekler ve açıklıklar tıkandı ya da fitrelerle kapatıldı. Bedenle kurduğumuz bu ilişkinin ruhsal yapımıza mutlaka bir etkisi olacak.

Geçmişte, sevgi ve nefret gibi duyguların, beden açıklıklarıyla içeri alınıp tıpkı bir besin gibi sindirildiğine ve yine tıpkı sindirilmiş besinlerin dışkılanması gibi bedenden dışarı atılabildiğine inanıldığını tarihsel ve antropolojik çalışmalardan biliyoruz. Duygular, gerçekten de besinlere benzerler. Kaygıyla ilgili rahatsızlıkların duyguların sindirilememesiyle, işlenip dışarıya atılamamasıyla bir ilişkisi olduğu kesin.

‘Outlander’ dizisinde ya da başka tarihi dizi ya da filmlerde ve romanlarda göze çarpan bir başka şey de işeme ya da yıkanma gibi bedensel aktiviteler her ne kadar mahrem kabul edilse de, utanma ya da suçluluk duygularıyla ilişkiye sokulmuyordu. Deborah Lupton’ın ‘Duygusal Yaşantı’ adlı kitabında da yazdığı gibi, Ortaçağ’da bedenin çok daha az kapanık, özelleşmiş ve denetlenmiş olduğu söylenebilir. Lupton, bedenin içi ve dışı arasındaki sınırların bu denli net çizilmesinin 16’ncı yy’da başlayıp modernleşmeyle birlikte artarak devam ettiği üzerinde duruyor. Bakhtin gibi yazarlar, karnaval ve şenliğin insanlara bedenlerini çepersiz doğasının, zihni bedenin ve tutkuların eline bırakmanın, ‘içeri’ ve ‘dışarı’yla ilgili herhangi bir düzenleme yapmamanın tadını çıkarma fırsatı verdiğini yazmışlardı. Şimdi bu tür gelenekler ya da şenlikler kalmadı ve herkes kendi bedeninin sınırları içerisine çekilerek, bedeni bütünüyle izole ederek dijital teknoloji yardımıyla zihinsel bir sınırsızlığı yaşama gayretinde.

Bütün bunlar ve yaşanan süreç, insanın bedeniyle ilişkisini ciddi bir soruna dönüştürdü. Artık beden, bütünüyle dışarıya aitmiş gibi algılandığında, hor görülen, utanılan ya da tam tersi övünülen bir nesneye dönüştü. Günümüzde insanların çoğu, kendi bedeniyle barışık değil. Duygular da sadece içe aitmiş gibi, dışarıyla ve bedenle bir bağı yokmuş gibi yaşanır oldu. Pandemiyle birlikte bedensel kapanma, duyguların sindirilmesini güçleştirdi. Belki yeniden duyguları ve bedeni birlikte sil baştan düşünmemiz gerekiyor.