Acar muhabir arkadaşımız Teoslu Osman, Kazistan devlet başkanıyla yaptığı röportajı yollamış… 1 Mayıs’ta ne yazacağımı düşünüp dururken imdadıma yetişti…

“Yola birlikte çıktıklarınızın yarısını yolda kırıp döktünüz… Niye bu kadar vefasızsınız?”

“Vallahi, bunu hep sorup duruyorlar ama ben vefasız değilim… Ben kimseyi benimle ol, yanımda dur diye zorlamadım. Kendileri geldiler, kendileri gittiler… Yenilikçi ve parlak düşünceler bal kutusu gibidir. Bir yığın ihtiyaç sahibi sinek başınıza üşüşür… Kimileri de afedersiniz bokunuzda boncuk bulur… Bizim neyi savunduğumuz başından beri belli. Bir kuruluş ideolojisine sahibiz. Bala üşüşen sinekler değilse de boncuk bulanlar, bu ideolojinin nasıl bir şey olduğu konusunda bizim fikirlerimizle kendi niyetlerini karıştırmış olabilirler; ya da bizi etkileyebileceklerini düşünmüş olabilirler. Bu bizim suçumuz değil. Bunların hepsi aynı mazgal deliğine, demokrasinin mazgal deliğine dökülüyorsa, bize düşen şey mazgalın başında süpürge ve faraşla bekleyip işe yaramayanları bir köşeye ayırmaktır…”

“Kendinize özgü bir demokrasi ve özgürlük anlayışınız olduğu biliniyor… Bunu hayata geçirmekte zorlanıyor musunuz?”

“Demokrasinin en hoş yanı, size oy veren kitlelerle bir temsil ilişkiniz olduğuna inanılmasıdır. Yoksa politik programınızın ve uygulamalarınızın, o kitlelerin çıkarlarıyla uyum içinde olması gerekmez. Bizim yarattığımız demokrasi algısı, demokrasinin kendisinden daha değerli… Kendimize özgü bir jargonumuz var… Eski klişelerin yerine yeni klişeler koyuyoruz. Ama en büyük farkımız bu değil… En büyük farkımız şarkı terennüm ediyor, şiir okuyor gibi konuşabiliyor olmamız… Mesela, ‘din elden gidiyor,’ demiyoruz; ‘elden gidiyor diiin,’ diyoruz… Ayrıca bu algıyı topluma yerleştirebilmek çok da kolay bir şey değil… Varlığımızı tarihsel, ekonomik zeminlere, içinde bulunduğumuz dönemin gerçeklerine ve mitoslarına dayandıranlar yanılıyor. Geçen yüzyılda, Nazizmi Krupp ve Ford firmalarının, çelik tröstlerinin pazar açlığının yarattığını söyleyenler yanılıyorlar… Sonuçta halk ne istiyorsa o olur… Beni Kazistan halkı tek adam ilan etti… Bunu ben ilan etmedim…”

“Ama adalet sisteminin dikişleri patlamaya başladı diyorlar…”

“Sistem benim… Ben patlamazsam hiçbir şey patlamaz… Yüzde elliyi bulan, sistemi de tayin etmeye hak kazanır ki, bu aynı zamanda millî iradenin gereğidir… Ayrıca dikiş patlarsa tamir edersin; mahkemeleri de kendine bağlarsın, olur biter… Ben her türlü vesayete karşıyım; hukukun vesayetine de karşıyım… Bugün modern devlet yönetimi, yasama ve yürütme organları arasında gittikçe artan ve sıkılaşan bir işbirliğini gerekli kılıyor. Çağdaş parlamentarizm, genel olarak yürütme organının gitgide yasama alanında daha aktif bir role sahip olması ve inisiyatifi büyük ölçüde ele alması yönünde gelişmiştir…”

“Yakın dönemde yolsuzluklarla suçlandınız; bu iddialar karşısında ne diyeceksiniz?”

“Bu konuda kendimi savunmayı gereksiz buluyorum ama yine de bir şeyler söyleyeyim… Sahipsiz malın zilyetliğini almayı belirli koşullarda hukuk da tanır. Vahşi hayvanlara bakın! Onlar da doğal çevreyi ve doğal çevrenin zenginliklerini sahiplenirler… Sahiplenmek canlıların fıtratında vardır. Küçücük çocuklar dahi fırsatını bulduklarında aşırırlar. Demek ki bu bir tabiat kanunu… Bir de sizin Şeyh Galip diye bir şairiniz var… Mesela, ne demiş o? Çaldımsa da mîrî malı çaldım, demiş… Biz de halkın kursağından çalmıyoruz ya; mîrî malından faydalanıyoruz…”

“Maşallah, bizim şiire de hâkimsiniz… Halkın kursağı demişken… Batı basınında, ülkenizdeki çalışanların durumunun son yıllarda kötüleştiği yazılıp çiziliyor…”

“Yalan bunlar… Algı operasyonu…”

“Halkın yüzde kırkı fakirlik sınırının altında yaşıyormuş…”

“Külliyen yalan… Onlar kendilerine baksınlar. Eskiden, otuz kırk yıl önce çalışanlara iyi davranmak gerekiyordu. Bir sendikalarının olması âdettendi… Sigortaları vardı, kıdem tazminatları vardı, sekiz saatten çok çalışmazlardı… Biz sonradan bir orta yol bulduk; bütün bunlara gerek kalmadı. Taşeron diyoruz biz; sizde de var mı?”

“Var…”

“Hah, işte ondan… Şimdi artık grevleri de yasaklıyoruz… Çünkü gerek kalmadı. Bir de bizim halkımız çok çalışkandır… Öyle sekiz saat, on saat filan kesmez; on beş saat çalışmak isterler… Mesai ücreti de talep etmezler… Biz de bu durumda içtimai tesanüt fikrini geliştirdik… Siz ne diyordunuz buna? Hani bir dinî vecibeniz vardı…”

“Zekât diyoruz…”

“Hah, işte onun gibi… Eskiden onlar istiyordu, biz vermek istemiyorduk. Şimdi onlar isteyemiyor ama biz veriyoruz. Kömür veriyoruz, makarna veriyoruz, bulgur veriyoruz. Vermeyi istemek iyi bir şeydir. Herkes zekâtını vermeli. Evvelsi yıl bunlara deniz kıyısında bir miting meydanı yaptırdım, bağırıp çağırsınlar diye… Eh, bu da bir çeşit zekât değil mi?”

“Doğrudur… Son olarak, Türkiye’deki sevenlerinize bir mesajınız var mı?”

“Bugün 1 Mayıs değil mi? Türkiyeli çalışanların işçi bayramını kutlarım… Sahi, sizde uzun süre bahar bayramıydı bu…”

“Evet, öyleydi…”

“Ne güzelmiş… İnsan imreniyor.”