Cumartesi akşamı bombalar patladığında Kocaeli’nden bir sempozyumdan gelmiş, evdeydim; Beşiktaş’ta... Şiddetli bir patlama sesiyle yerimden fırladım. O kadar şiddetliydi ki, ilk önce, hemen yakınımızda, Beşiktaş meydanında, iskelede filan olduğunu düşündüm. Pencereye koştuğumda apartmanların arkasından yükselen dumanları gördüm; sonra da televizyondaki gerçeği...

Yani terör, yani katliam gerçeğini... 44 canımız gitti, gencecik evlatlar... Kimi öğrenci, kimi evlenmek üzere, kiminin küçük çocukları var.

Geride kalan anne, baba, eş ve çocukların acısını ise, ancak benzer bir acıyı yaşayanlar bilir; biz bilemeyiz. Bu acı bilinemez!

İçimizde büyüyen hiç bir duygudaşlık olmadığını söylemek istemiyorum. Beşiktaş’a akan, terörü lanetleyen binlerce insan anlatıyor nasıl acılı olduğumuzu...

Örneğin, o küçük kızın, gözyaşları içindeki DURU’nun, “Babam, niçin o kutunun içinde anne?” sorusunu duyan kimin içi parçalanmaz ki!

Ama ateşin düştüğü yerdeki acı hiçbir şeye benzemez.

Ve, ne yazık ki, art arda gelen terör ve yaşadığımız kayıplarla, kimsenin yasını uzun süre tutamadığımız gibi bir gerçek de var. Ne yazık ki!...

Tabii terörü lanetliyoruz; lanetleyelim; evet... Burada bir sorun yok! Yıllarca bunun acısını çekmiş bir ülkede terörü kim lanetlemez ki!

PKK’ya da lanet yağdıralım, evet... Bunca insanın kanına girdiği gibi, siyasal çözümleri bombaladığı için de lanetleyelim.

Ama lanetlemek terörü durdurmuyor; kinlerimizin büyümesi de bu laneti durdurmuyor!

Ölenleri şehit mertebesine yükseltmek de terörü durdurmuyor!

Giden gidiyor; anne-babalar evlat, çocuklarsa babasızlığın acısını ömür boyu çekecekler.

O yüzden, Duru’nun, o “saf” sorusunun yanıtını aramak gerekmekte.

Yani, bu kayıpların acısını dindirecek, yeni kayıpları önleyecek bir çözümü düşünmek ve bulmak durumundayız.

Ve ihtiyacımıza cevap Cumhurbaşkanı’ndan geliyor: “Kurşun adres sormaz derler. Bomba da bunların hiçbirini sormaz. Öyleyse güvenliğimizi sadece güvenlik güçlerine bırakamayız” diyerek “tüm terör örgütlerine karşı milli seferberlik” ilan etmekte!

Bu ne şimdi?

Örneğin “güvenliğimizi güvenlik güçlerine bırakamayız” sözleri...

Yoksa, her terör saldırısından sonra, daha önceden emniyette uyarı niteliğinde bazı bilgilerin geldiği, şu veya bu şahsın zaten bilindiği ya da izlendiğine yönelik kamuoyuna akan bölük pörçük bilgiler doğru mu? Yoksa, istihbarat zaafı siyasal kulislerin efsanesi değil de, gerçek mi? Her birinin arkasından hemen yayın yasağının getirilmesi bunlarla mı bağlantılı?

Öyleyse, seferberlik çağrısı değil, hükümeti sorumluluğu üstlenmeye çağırmak gerekmiyor mu!

Tamam, terörle mücadele zordur; savaşa benzemez filan ama bu ülkede de yıllarca teröre mücadele deneyimi olmalı, bu bir! Güvenlik güçlerinin silahı ve yetkisinin de maşallahı var; bu iki! Üstelik bu örgütlerle mücadele için OHAL ilan edilmiş durumda; bu üç! O da da yetmemiş, yasamayı hiçe sayan kararnamelerle yönetilen bir ülke durumuna gelmişiz, bu da dört!

Daha ne seferberliği!...

OHAL ilanından buyana 6 aya yakın bir zaman geçti ve OHAL’le birlikte yaşanan “olağanüstülükler” saymakla bitmez!

Buna karşın 59 polis, 10 asker, 80 sivilin yaşamını yitirdiği, 700’ü aşkın yaralının olduğu 10 terör saldırısı!...

Ya, bu terör nedeniyle dışlanan, acıları, kayıpları hiç konuşulmayan Kürt halkı...

Zaman zaman Hükümet, PKK ile Kürt halkını ayırt etmekten söz edip, Kürt halkına sevgiler göndermekte ama bu nasıl sevgi!... Kürt halkının yerel yönetimler için seçtiklerinin kimi işten el çektirilmiş, kimi tutuklu; halkın Meclis’e yolladığı milletvekillerinin 12’si tutuklanmış, arkasının geleceği korkusu yaşanmakta; üstelik Kürt halkının hendek savaşı sonrasında başını sokacağı evi kalmamış, çoluk çocuk çadırlarda kışı geçirmeye zorlanıyor.

Kısacası, PKK, halkına aldırmıyor! Hükümet, PKK’dan ve savaştan yılmış Kürtlerin siyasal gücünü elinden almakta! Yani, acısı ve çilesi devam eden halkı düşünen yok!

Şimdi de, “güvenliğimiz yalnız güvenlik güçlerine bırakamayız” denilerek, toplumda Kürtlere–kuşkusuz, muhalif diye bildiklerine de- diş bileyen, terörün acısını bunlardan çıkarmak için fırsat kollayan ve yerinde duramayıp bir “çağrıyla” sokağa çıkmaya hazır bunca fanatiğe, adeta “yeşil ışık” yakılmakta!

Sonuç olarak, bu ülkede aklı-selim sahibi olan herkes, “olağanüstü koşullarda anayasa değişikliklerin gidilemez” dese de, olağanüstü halin olağanüstülüğünü artırma niyetleri gündeme gelmekte!

Amaçlar, araçları mubah kılmakta!

Aynı şey, PKK için de söylenebilir. Üç yıllık acısız -ölümsüz bir dönemden sonra, attıkları bombalarla siyaseti de, Kürtlerin haklarından söz edip siyasal çözüm arayışında olan HDP’yi de bombaladılar!

Geçen temmuz ayında terör saldırıları başlayınca, bu saldırılarla PKK’nın siyasal çözümler gibi “HDP’yi de sabote ettiğini” yazmıştım.

O günden bu yana yaşanan gelişmeler bu tespiti haklı çıkardı. Bunun ötesinde, yükselen bu terörün, PKK içinde birlikte yaşamak değil ayrılmak taraftarlarının öne çıktığı anlamına geldiği de ortada.

Onlar da amaçları için her aracı mubah görmekteler!

Bu da, ne yazık ki, önümüzdeki yıllar daha çok acı yaşayacağımız anlamına geliyor ki, hepimizi ilgilendiren burası!

Sonucun sonu şu ki, demokrasi, hukuk, halklar ve haklar bir yana, şimdi sıra, “savaş ve seferberlik” halinin nelere mal olacağını düşünmeye geldi!

“Ortadoğululaşma sürecinde bir aşama daha” demek de mümkün!